29 Mart 2024, Cuma 02:09:57 İletişim Formu

O DONDU biz yandık

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 31 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1  İz bırakanlar

İrfan Özfatura

O DONDU biz yandık 

 

GÖZE GÖZ DİŞE DİŞ…

Sivaslı Muhsin, Orta Asya Türkü’nün narına yanarken, Anadolu’nun gitmekte olduğunu görür, derdi tasası artar. Sol baskılar karşısında bunalan Anadolu çocuklarının yardımına koşar. Göze göz, dişe diş bir mücadele…

 

 

 

GENÇLERİ ŞİDDETTEN UZAK TUTAR

Mamak’ta türlü işkencelere maruz kalan Muhsin Yazıcıoğlu, Ülkücüleri şiddetten uzak tutar. Gençler takva yolunun yolcusu olur, artık Alperen’dir onlar.

 

 

Ellidört doğumlu bir Anadolu çocuğu… Yiğidin harman olduğu yerden… Şarkışla’dan!

Kendi halinde bir çiftçi ailesinin ferdidir. Aslında akranları gibi buğday fiyatından, traktör lastiğinden, Tarım Kooperatifinin tekaüd müdüründen konuşması lazımdır ama o uzak ufuklara yelken açar.

Aklı taaa Asya bozkırlarında dolanır durur, esir Türklerle yatar, esir Türklerle kalkar.

Zaman zaman lambalı radyodan Azeri spikerin sesini yakalar. “Umulur ki hava seherin bazı hisselerinde yağışlı ola…”

Diyeceksiniz ki ne var bunda?

Bizim ele kar yağıyor kardaşım…

Bir hislenir bir hislenir, dokunsan ağlayacak.

Bu prangalar nasıl kırılır?

Kazak’la, Kırgız’la ne vahıt kucaklaşırlar?

Takdirlik bir talebedir. Ortayı liseyi rahat bitirir. Kursa ney gitmeden Veteriner Fakültesi’ni de kazanır (1972).

Ver elini Ankara!

Türk solu hayli dinamiktir o yıllarda. Yetişmiş adamları, gözü kara savaşçıları, darağacına yürümüş kahramanları vardır. Sendikaları, üniversiteleri onlardan sorarlar. Maarif, medya desen ona keza…

Ülkenin yarısı kurtarılmış bölgedir, adamı evinden alır, halk mahkemelerine çıkarırlar. İcabında kalem kırar, infaz yaparlar.

Fütursuz ve korkusuzdurlar, sakınmadan kızıl bayrak açar, göstere göstere orak çekiç taşırlar.

Tuhaftır ama en hızlı militanlar sahil şeridinden, zengin semtlerinden çıkar, burjuva çocukları pahalı cafelerde oturup proleter kurtarırlar.

 

DEVRİME ÇEYREK KALA

Şimdi diyelim üniversiteyi kazandınız, tarafsız kalma gibi bir şansınız yoktur asla. Size mektebe hakim olan örgütün borusunu çaldırırlar.

Öyle görüneyim, “mış gibi” yapayım deseniz de yutmazlar. Memleketinize mahallenize uzanır, şecerenizi çıkarırlar. Zaten öğrenci büroları ellerindedir, evraklarınızı çoktaaan karıştırmıştırlar. Günün birinde bıyıkları ağzına sarkan parkalılar etrafınızı çevirir, elebaşı işaret parmağını göğsünüze basar ve tükürüğünü saça saça haykırır “Arkadaşım! Sen artık gelmiyorsun okula!”

Halbuki o fakülteyi kazanabilmek için kaç koca yıl çalışmışsınızdır. Sesiniz çıkmaz.

Dövüşemezsin, kaçamazsın, kampüsler uçsuz bucaksızdır zira. Ah dersin yanımda yürekli bilekli bir ağabey olsa!

Sivaslı Muhsin, Orta Asya Türkü’nün narına yanarken, kendini bir yangının içinde bulur.

Sol baskılar karşısında bunalan Anadolu çocuklarının yardımına koşar. Göze göz, dişe diş bir mücadele… Kavgaysa kavga!

Saftır, samimidir, makam mansıp beklemeden çalışır. Etrafındaki halka hızla genişler ve gün gelir başkan olur Ülkü Ocaklarına (1978).

Onun döneminde gözle görülen bir değişim yaşanır. ÜGD, partinin gençlik kolu olmaktan çıkar.

Evet yine seminerler düzenlenir ama eskisi gibi dokuz ışık ve tarım kentler anlatılmaz. Doktrin umurlarında değildir, artık Alperen’dir onlar. Ecdad gibi Derviş Gazilerin ardına takılmalı, ulemanın eteğine yapışmalıdırlar. Ülkücüler Ahmet Yesevi Hazretleri ile o dönemde tanışır. Ahmed-i Bedevi, Ahmed-i Rıfai, Ahmed-i Siyahi, Ahmed-i Bican, Ahmed-i Cüzeyri, Ahmed Namık-ı Cami, Ahmed ibni Kemalpaşa… Biliyor musunuz bütün bu kapıları da bir Ahmed aralar onlara, Seyyid Ahmed Arvasi Hoca!

Muhsin, başkan olduğu dönemde duvarlara “Ya kan kusturacağız! Ya tam susturacağız” yazdırmaz, gençler büyük bir heyecanla “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” diye haykırırlar.

Onun ürettiği ve öğrettiği sloganlar buram buram ecdad kokar.

“Çağrımız İslam’da dirilişedir!”

“Ya Allah! Bismillah! Allahuekber!”

“Ülkümüz köklerde dalgalanan bir bayrak

Allah huzurunda eğiliriz biz ancak!”

 

DİN ÖNE KİN ARKAYA

Öğrenci yurtlarında değişim daha net izlenir. Her cuma gecesi enbiyanın, evliyanın, sülehanın, şühedanın ruhlarına Yasin-i şerif okunur, hep birlikte el açar yanık duaları fatihalarla taçlandırırlar.

Kanları kaynayan delikanlılar okeye, bilardoya gitmez olur, bir bilenin önünde diz kırar, elifbalarını açarlar.

Be üstün beee! Be esre biii! Be ötre büüü! Be, bi, bü!… Çıkmış Kur’an bülbülleriii…

Seher vakti merdiven boşluklarında ezan okunur ve koridorlar terlik sesinden geçilmez olur bir anda. Bir zamanlar namazlarını merdiven altlarında kılanlar yurdun ya da fakültenin en büyük, en aydınlık, en ferah odasını mescid yapar. Sayıları katlana katlana artar, saflara sığmaz olurlar.

Büyük bir dönüşümdür bu, yıllardır kuru doktrinlerle oyalanan Anadolu çocukları kendini bulur ayan beyan.

İşte 12 Eylül darbesi tam da o günlerde patlar.

 

AH O MAMAK!

Ordumuz görünüşte memleketi Marksist bir ihtilalin eşiğinden kurtarmıştır.

Ancak milliyetçileri de unutmaz. “Bir soldan bir sağdan” mantığı ile gencecik fidanları ipe yollar. Yeşili seviyorlar canım, darağacı da bir ağaç sonunda…

Ama biz orak çekice karşı nazlı hilali dalgalandırmıştık.

Dalgalandırmasaydınız!

Arkadaşlarımız vurulurken, okullar, yurtlar işgal olunurken…

Karışmayacaktınız!

Hasılı devlet, “devlet-i ebed müddet” terimini terennüm edenlere hiiç acımaz. Alayını toplar, zindanlara tıkar.

Başkan sinyali almış olmalıdır, ilk furyada yakalanmaz. Hatta rahmetli?Türkeş’ten haber gelir “yurt dışına çıksın ilerde ihtiyacımız olacak!”

Muhsin bu! Arkadaşları küflü izbelerde kan terlerken, yurt dışına nasıl kaçar? Kulağında bir marş dalgalanmakta…

Halbuuuki yoldaşını, bıraaakıp kaçanların!.. Değişiriz topunu bir sokak kaltağına!..

Hem ortadan kaybolmayı gerektirecek bir suçu yoktur ki.

Silah kullanmamış, kullandırtmamıştır da.

Uzatmayalım çember daralır daralır ve malum beyler kapıyı çalar.

Haber manşetlerde! Sütun sütun, çarşaf çarşaf… Sanki Van canavarını yakalamışlar.

 

İNDAN İKİ HECE

Savaş mahkûmu gibi gözlerini bağlar, ikide bir araba değiştirir, hollywoodvari metodlarla merkeze alırlar.

Bir nizamiyede indirildiğini hisseder, “Papuçlarını çıkart!” Çıkarır. “Çoraplarnı da!” Bir anda tekmelemeye başlarlar. Hayatı boyunca korku diye bir duygu tanımayan Muhsin yelkeni suya indirmez, diklenmeye kalkar. Ta ki ensesine dipçik yiyene kadar. Alnı yere çarpar, üstü başı serapa kan.

İçeri sokar sokmaz sorguya alırlar. Bildiği bir şey yoktur, hoş bilse de konuşmaz.

Sen misin susan? El ve ayak parmaklarına kablolar bağlar, yüklenirler manyetoya.

Bakarlar etkilenmiyor, çırılçıplak soyarlar. Ne zaman ki haya duygusuyla yüzü kızarır, beylere malzeme çıkar.

Omzuna bir kalas koyar, kollarından bağlar, tavanda sallandırırlar. Kablolar tekrar bağlanır bu defa ceryan direkt tenasül uzvundan.

Ekmek yok, yemek yok. Sürekli ıslatırlar ama su içmek kesinlikle yasak zira elektrik verilince iç kanamalar olabilir ve ölünüz kimseye yaramaz. Elektrikli işkence öyle dayanılmaz bir hararet yapar ki, tuvalete giden yerdeki birikintileri yalar.

Mamak’ta rütbesiz erlere bile komutanım demek zorundadırlar, onların adı ise landır. Sadece “Lan!”

Falaka sıradan bir eziyettir. Maksat spor olsun bilek kalınlığında değneklerle girişip ter atarlar.

Muhsin gün boyu bir dal maydonaza bakar, ya da yarısı kıtlanmış çarlistona. Zira yer beyazdır gök beyaz. Beyaz florasan, beyaz parmaklıklar, beyaz badana… Bir süre sonra gözünüzün önünde beyaz beyaz kelebekler uçuşmaya başlar ki buna “kar körlüğü” diyorlar.

 

MEKTUP SORUNCA

Bir defasında sorma gafletinde bulunur “annemden mektup var mı acaba?”

Sen kimsin lan? Hesap mı soruyon? Elini aç.

Açar, vurur vurur vurur değnek kıralasıya…

Ertesi gün yine aynı er. Ağzından kaçar “Annemden mekt….”

- Aç lan elini! Sen uslanmıycan.

Biri zaten zedelidir, öbürünü uzatır.

- Hayır onu değil şiş olanı!

Dayanılası değildir, basınçtan tırnakları düşe, parmakları patlayayazar.

Biliyor musunuz? Muhsin Başkan o eri yıllar sonra bir benzin istasyonunda görür. Hem de Yozgat’ta!

Garsona seslenir “bir tatlı götür şu masaya!” Çocuk önüne konan tabağa boş boş bakar. “Kim yolladı bunu bana?”

“Arkanda!”

Çocuk başkanı tanır. Koşar eline kapanır. Abi ben ettim sen yapma!

Muhsin dostça kucaklar, “geçmiş geçmişte kaldı” der, “kafana takma. Ye tatlını, yoluna git sağlıcakla!”

Cildi aslında böylesine bozuk değildir. Yanağındaki pütürler söndürülen izmaritlerin izidir. İşkencecilerin tek tek adlarını adreslerini bilir ama ne sıkıştırır, ne de dava açar haklarında.

İki yüzü de Yunustur onun, ah bir yüzü Yavuz olsa!

 

VEKİLİN ALLAH OLURSA

Sırtımız bir gün yatağa değmese jetlak oluyoruz, kimyamız bozuluyor. Muhsin’i tam 21 gün sandalyeye bağlı tutarlar. Garibim namazlarını ima ile kılar.

Acıya dayanıklı bir bünyesi vardır, ayaklarının altından cerahatler aksa da yılmaz, yıkılmaz, yalvarmaz.

Lâkin kardeşlerine yapılanlara dayanamaz. Bu yüzden ona işkence seyrettirir, keyiflerine keyif katarlar.

Her gün değişik biri gelir olmadık suçları üstüne atar. “Konuş kurtul!” O kimseyi suçlamaz ama onu suçlayan bir genç çıkar. “Bu baskını Muhsin Başkanın emri ile yaptım” der açıkça… Heyet mal bulmuş gibi atlar, sanki oradaymış gibi ballandırırlar.

Çocuk bir fırsatını bulduğunda “özür dilerim abi” diye fısıldar, “Böyle konuşmak zorundayım. Bacağımdaki yarayı deşiyorlar, korkarım kangren olacak!”

Şimdi kızsın mı, acısın mı? Ama işin şakası yok, idamını istiyorlar. Boynunu büker ellerini açar. “Hasbünallahi venimel vekil…”

Allah için öldükten sonra… Ha yorganda olmuş ha urganda…

Aynı çocuk mahkemede müthiş bir savunma yapar “zikr olunan tarihlerde gözaltında olduğunu” ispatlayan kağıdı gözlerine sokar. Savcıyı ne biçim tongaya bastırmıştır ama..

Dava düşer ama Muhsin’i salmazlar. Hücre çekilecek gibi değildir, 2.5 metrelik deliği bir Dev-Yol lideri (Nasuh Mitap) ile paylaşırlar. Bir kere bile hır niza çıkmaz, kodes arkadaşını korur kollar. Neticede o da etten kandan, insan ya insan!

 

MEDRESE-İ YUSUFİYE

Ara sıra alır kafese kapatırlar. Burada dimdik duracak, sadece tavana bakacaksın. Hazır ol! Rahat! Uygun adım marş! Ayağın mı tutmadı yat! Jop, kayış, sopa…

Hey sen İzmir Marşını söyle.

Tamam şimdi İstiklal Marşına başla!

O marş için canını verir hâlbuki, iyi de böyle olmaz ki ama…

Tuvalete giderken bile merasim adımı… Sol, sol… Sol, saa, sol!

Askerler özellikle sosyalistler arasından seçilmiştir, ki terhis olunca anlatsınlar. “Aga Muhsin faşistini bi süründürmüşüm sorma!”

Yemek ağza alınmayacak kadar özensizdir, nerde kokmuş ekşimiş varsa kazana… Kaplar pis mi pis, adeta iğrendirmeye çalışırlar.

Kendi karavanadan yer ama arkadaşlarına kantinden ısmarlar.

Hazıra dağ mı dayanır, neticede para biter, çay bile söyleyemez olurlar.

Ama adları sanları vardır, madara olmayacaklardır. Kalkar “bundan böyle bizim çayımız da ince belli bardakla verilsin yoksa…” Kabul edilmez. “İçmiyoruz o zaman!”

Sureta boykot… Bunca komünistin içinde “mangır kalmadı” diyecek değildir ya.

Zaman zaman Avrupa’dan komiteler gelir işkence iddialarını soruştururlar. İçlerinden biri bile çıkıp devleti yabancıya şikayet etmez, kol kırılır yen içinde kalır o hesap.

Muhsin Beye isnat edilen suçlar mesnetsizdir Avukatı Şerafeddin Yılmaz tahliye istemeye hazırlanır.

“Aman abi” der “sakın ha! Ben çıkarsam bu çocuklar yıkılırlar. Zindanda olduklarını anlayamadılar daha…”

Dağ gibi bir insandır o. Hani büyüklüğü çıktıkça anlaşılanlardan…

 

 

Öyle anaya can feda

Ortaokul yıllarında babası bir şeye kızıyor. “Sana artık okul mokul yok, yarından tezi yok tarlaya!”

Sabah çifte çubuğa çıkacaklar. Anne diz çökmüş kapıda “Efendi Muhsinimi okula yolla. O güzel şeyler yapacak. Bak seni Allaha havale ederim yoksa!” Hanımını bilmez mi? Gönlü yanıklardan. Ellerini açtırmaya gelmez. Ahı tutar mı tutar.

 

Gülenler ağlayanlar

Yıllar sonra arkadaşlarıyla bir araya gelir eskilerden anlatırlar. Güle güle ölürler, kahkahaları dışarı taşar. Konuklar ayrıldıktan sonra hanımı sorar. “Neydi o muhabbet öyle?”

- Hiiiç… Mamak hatıralarını anlattık da…

- O sizi güldüren şeyler, bizi ne kadar ağlattı biliyor musun zamanında!

 

 

Hayırdır inşaallah

Ölümünden evvel sevenlerinden biri geliyor. “Sizi rüyamda gördüm başkan” diyor “helikopteriniz havada paramparça…”

Gülüyor: “Hayra yor, hayra!”

Tek hayır geliyor aklıma…

Şehittir inşaallah!

 

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=432118

Yola çıkmayan

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 30 - 2010 Yorum Ekle

 muammererkul

Yola çıkmayan…

 

Çok negatif düşünen birisiyim, diyorsun ya; aslında bunu söyleyebilmek bile büyük bir adım. Çünkü bu söz, bir tespittir; “ambarda fare var” veya “elmam kurtlu” der gibi.

Öyleyse çare belli: Yakala fareyi, çıkart elmanın içindeki kurdu dışarı…

Koyunlarına saldıran kurtları görsen sadece bakacak mısın? Almayacak mısın eline odunu, tüfeği? Sen korumazsan kendi kuzularını, başka kim koruyacak?

*

Negatif düşünmek bir şey kazandıracaksa devam et ama hiç sanmıyorum… Kazandırsa bile, negatif kişinin kazandığı; belki “bu negatif tavırdan hemen kurtulmak için” birilerinin istemeden verdikleridir!..

Canını acıtmak değil, niyetim; bir arada bulunmanı sağlamaya çalışmak bizlerle…

“Kömürün nasıl yandığını” öğretmişlerdi, sana da anlatmamı ister misin?

*

Kömür, bildiğin taştır! Kara, soğuk hatta çoğu zaman ıslak ve bir sert kütle. Ona kibrit veya çakmak tutsan, altında gazete yaksan, yanına odun koysan yanmaz kolay kolay…

Hâlbuki içinde bol miktarda enerjisi vardır. Tutuşsa, kendini de etrafını da ısıtacaktır… Ama bir türlü yanamaz!

Peki, hiç mi yolu yok kömürü yakmanın? Vaaar…

Kömürü yakmanın en kolay ve en kısa yolu; onu, “yanan kömürlerin” arasına koymaktır!..

*

Peki ya içindeki negatifliği atmanın, soğukluktan kurtulmanın yolu nedir bu hesaba göre?

Bunun yolu da; pozitif insanların arasına karışmaktır, düzgün yayınları, doğru kitapları takip etmektir, olumsuz haberleri izlememek, negatif insanların arasından uzaklaşmaktır…

Bir süre sonra bakar ki herkes; ışıldamaya başlamışsın, ısıtmaya başlamışsın hem kendini ve hem de çevrendekileri. Kendin bile buna şaşarsın…

…..

Soru: Bunları yaparsan sonuç mutlaka böyle mi olur?

Cevap: Her yola çıkan hacı olamayabilir belki ama hiç yola çıkmayan da Kâbe’ye varamaz!

Osmanlı devletinin kuruluşu

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 30 - 2010 Yorum Ekle

s119790583808_5224

Ramazan AYVALLI

Osmanlı devletinin kuruluşu

Dört yüz çadırla, Türkiye (Anadolu) Selçuklu Devleti’nin Bizans hudûduna yerleşen Kayı Aşîreti, 27 Ocak 1299’da Osmân Gâzî’nin adına izâfeten Osmânlı hânedanı ve devletini kurmuştur…

Dünyânın en uzun ömürlü hânedanının ve en büyük devletlerinden Osmânlı Devletinin kurucusu olan Osmân Gâzî, 1258 tarihinde Söğüt’te doğdu. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzî’nin oğludur.

Osmânlı sultânlarının ilki olan Osmân Gâzî, İslâm terbiyesiyle yetiştirildi, kendisine İslâmî ilimler öğretildi. Devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî ta’lîm ve terbiyeyle yetiştirildi. Ertuğrul Gâzînin silâh arkadaşları ve kumandânlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinledi; yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden i’tibâren gazâlara katılıp, zaferler kazandı; kumandânlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi.

Osmân Gâzî; Anadolu’nun İslâmlaştırılıp, Türkleşmesi faâliyetine katılan gönül sultânlarından, ahîlerden Şeyh Edebâlî’nin sohbetlerine katılıp, mâneviyâtını yükseltti.

 

OSMÂN GÂZΒNİN BİR RÜYÂSI

1277 yılında, on dokuz yaşındayken bir gece rüyâsında; Şeyh Edebâlî’nin böğründen bir ay çıkıp, kendi göğsüne girdiğini, sonra göbeğinden, bütün âfâkı [gökyüzünü] kaplayan bir ağacın çıktığını, yüksek dağ ve pınarlara gölge saldığını ve insanların ondan çok faydalandıklarını gördü. Rüyâsını Şeyh Edebâlî hazretlerine anlattı.

Hocası; “Müjde ey Osmân! Hak teâlâ, sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünyâ, evlâdının himâyesinde olacak, kızım Mâl Hâtûn da sana eş olacak” diyerek rüyâsını tâbir etti.

On dokuz yaşındayken Şeyh Edebâlî’nin kızı Mâl Hâtûn ile evlendi. Babası Ertuğrul Gâzî tarafından Kayı boyu beyliğine aday gösterildi. Ertuğrul Gâzî, 1281 yılında vefât edince, Osmân Gâzî onun yerine Kayı beyi oldu. Anadolu Selçûklu Devletinin Bizans hudûdundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arâzîsine hâkimdiler.

Osmân Gâzî, Kayı beyi olunca, hudûd komşusu Bizans Tekfûrları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik Tekfûru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyâları Bilecik Tekfûru’na emânet etmek, buna karşılık Tekfûr’a bâzı hediyeler sunmak geleneği vardı. Emânetin teslîmi ve alınması, silâhsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı.

Aşîretlerin yaylaya çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl Tekfûru yollarını keserek, onlara zarar veriyor, bu yüzden sık sık çarpışmalar oluyordu. Osmân Beyin kuvvet ve nüfûzunun devâmlı arttığını gören İnegöl Tekfûru Nikola, komşularından tedbîr alınmasını istedi. İnegöl Tekfûru’nun Bizanslılara ittifâk teklîfi, Bilecik Tekfûru tarafından Osmân Gâzî’ye haber verildi. Tekfûr Nikola’nın, Pazarköy(Ermenibeli)’de kuvvet topladığı tespit edilince, Osmân Gâzî, Kayı ileri gelenleri, kumandânlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahmân Gâzî, Aykut Alp, Konur Alp ve Turgut Alp ile görüşme yaparak, İnegöl’ün fethine karâr verdi.

1284’te Pazarköy’de meydâna gelen muhârebede, Osmân Gâzî’nin yeğeni Bay Hoca şehîd düştü. Muhârebe ardından Kulaca Kalesi fethedildi. İnegöl Tekfûru mağlûb olunca Karacahisâr Tekfûru ile birleştiler. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice(Ekizce)’de yapılan muhârebede, Tekfûrlar tekrar mağlup edildiler.

 

BEYLİKLE?MÜKÂFÂTLANDIRILMASI

Bu muhârebede [Ekizce’de] Osmân Gâzî’nin muvaffakiyeti, Anadolu Selçûklu Sultânı Gıyâseddîn Mes’ûd Şâh tarafından mükâfâtlandırıldı. Gönderilen bir fermânla Söğüt, Osmân Gâzîye yurt olarak verildi.

Gazâ akınlarını hızlandıran Osmân Gâzî, bir baskınla İnegöl Tekfûru’nu ve pek çok askerini öldürdü. İnegöl’den pek çok ganîmet aldı. İnegöl Tekfûru’nun öldürülmesi ve Osmân Gâzî’nin devâmlı genişlemesi, Bursa ve İznik Tekfûrlarını telâşlandırdı.

Osmân Gâzî’nin Bizans Tekfûrlarına karşı tâkip ettiği siyâset; Anadolu Selçûklu Sultânlığı’nca takdîr edilip, tekrâr mükâfâtlandırıldı. 1289’da bir fermânla Söğüt’e ilâveten Eskişehir ve İnönü tarafları verilip, mîrî vergiden muâf tutuldukları gibi, Beylik alâmetlerinden alem, tuğ, kılıç ile gümüş takımlı at da gönderildi.

Osmân Gâzî’nin gazâ akınları daha da hızlandı. İznik’e akın tertiplendiyse de kale alınamadı, ama pek çok ganîmetle dönüldü. Karacahisâr ile Yarhisâr Tekfûrları, Osmân Gâzî aleyhine ittifâk kurdular.

1291’de Karacahisâr fethedilince, alınan ganîmetlerin beşte biri, Anadolu Selçûklu Devleti başşehri Konya’ya gönderilip, kalanlar muhârebeye katılan Gâzîlere dağıtıldı…

 

 

 

1292’de Sakarya Irmağının kuzeyine akın yapıldı. Bu akınlarda Sorgan köyü, Göynük, Taraklı Yenicesi ve Mudurnu taraflarının askerî mevkileri tahrip edilip, pek çok ganîmet alındı. Osmân Gâzî, gazâlarda alınan ganîmetleri hâlen kuruluş safhasında olan devletin ihtiyaçlarını tamâmlamakta kullanıyor, kalanlarını muhârebelere katılan gâzîlere dağıtıyordu. Osmân Gâzî’nin teşkîlâtlanmaya verdiği ağırlık, 1298 yılına kadar devâm etti.

Osmân Gâzî’nin ileriye dönük faaliyetleri, hudûttaki Bizans Tekfûrlarını daha da telâşlandırdı. Bilecik Tekfûru da Osmân Gâzî aleyhine ittifâk içine girdi. Bizans-Rûm Tekfûrları, Osmân Gâzî’yi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, entrikaya başvurdular. Yarhisâr Tekfûru’nun kızıyla evlenecek olan Bilecik Tekfûru’nun düğününe dâvet edip, öldürmeyi plânladılar. Osmân Gâzî’ye sûikast tertîbi, dostu Harmankaya Tekfûru Köse Mihal tarafından haber verildi.

Gerekli tedbîrleri alan Osmân Gâzî, Bizans Tekfûrları ile berâber dâvet edildiği düğüne, hediye olarak kuzu sürüsü gönderdi. Düğün sonrası yaylaya çıkacağını bildirerek, eskiden olduğu gibi değerli eşyâlarının kadınlar vâsıtasıyla kaleye alınmasını istedi. Bilecik Tekfûru, Bizans Tekfûrlarıyla ittifâk hâlinde olduğundan Osmân Gâzî’nin teklîfini kabûl edip, düğün yeri olan Çakırpınarı’na gitti. Osmân Gâzî, aşîretin eşyâsı yerine atlara silâh yükletip, harp hîlesiyle, kırk kadar gâzîyi kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Aşîret kâfilesi Bilecik’e gidip, şehri ele geçirdi.

Osmân Gâzî’ye karşı tertiplenen Bizans entrikası lehe çevrilip, gelin dâhil, düğüne katılanların bir kısmı esîr alındı. Geline Nilüfer adı verilip, Osmân Gâzî’nin oğlu Orhan Gâzî’ye nikâhlandı. Fethe devâm edilip, ertesi gün Yarhisâr Kalesi kuşatıldı ve ele geçirildi. Osmân Gâzî’nin kumandânlarından Turgut Alp ve Gâzîler de İnegöl’ü fethettiler…

Osmân Gâzî, Batı Anadolu’da Bizans hudûdunda fetihlerde bulunurken, Moğol İlhanlılar da Anadolu’yu istîlâ ettiler. İlhanlı Hükümdarı Gazan Hân, Anadolu Selçûklu Sultânı Alâeddin Şâhı İrân’a götürdü. Bütün Türkiye Selçûklu Devletinin toprakları, İlhanlıların eline geçti.

İlhanlı zulmünden hicret eden birçok Anadolu Selçûklu emîri ve maiyyeti, Osmân Gâzî’nin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Böylece Osmân Gâzî, daha da güçlendi. 1299’da istiklâlini ilân edip, tâbilikten kurtuldu. Bu arada Yarhisâr ve Yenişehir kaleleri de fethedildi.

Osmân Gâzî, yeni fethedilen Yenişehir’i merkez hâline getirdi. Burada idârî, iktisâdî ve sosyal müesseseler inşâ ettirip evler, dükkânlar, çarşı ve hamâmlar yaptırdı. Devleti beş idârî bölgeye ayırdı. Her bölgenin idâresine güvendiği, kâbiliyetli ve âdil kumandânlar tâyin etti. Oğlu Orhan Beye Sultânönü, Gündüz Alp’e Eskişehir, Aykut Alp’e İnönü, Hasan Alp’e Yarhisâr, Turgut Alp’e İnegöl bölgelerinin idâresini verdi.

Netîcede, dört yüz çadırla Türkiye Selçûklu-Bizans hudûduna yerleştirilen Kayı Aşîreti, 27 Ocak 1299’da Osmân Gâzî’nin adına izâfeten Osmânlı hânedanı ve devletini kurmuş oldu.

Osmân Gâzî İslâm dininin esâslarını, Türk örfünü teşkîlât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştiriyordu. Teşkîlât ve müessesini kurarken, İslâm dîninin farzlarından cihâd emrini de yapıyordu. Devâmlı genişleyip, teşkîlâtlanan Osmânlı tehlikesini hudûttaki Tekfûrlarla halledemeyeceğini anlayan Bizans Kayseri İkinci Andronikos Poleologos, hâssa kumandanlarından Musalon’u, Osmân Gâzî üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleriyle Osmân Gâzî, 1302’de İznik’in kuzeydoğusundaki Koyunhisar Kalesi mevkiinde karşılaştılar. 27 Temmuz 1301 târihinde yapılan Koyunhisar Muhârebesinde Osmân Gâzî muzaffer oldu. Daha pek çok fetih yapıldı.

Osmânlıların Bizans hudûdunda tesîs ettiği âdil idâre; Tekfûrların zulmünden, vergilerin ağırlığından bıkan Hıristiyân ahâlîden başka, kumandânların da takdîrini kazanmıştı. 1313’te Harmankaya Tekfûru Mihal de Osmân Gâzî’nin maiyetine girip, Müslümân oldu. Köse Mihal Gâzî adını alarak, pek çok muhârebeye katıldı. Osmânlı Devletine çok hizmeti geçti.

Hazret-i Ali Radıyallahü anh

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 28 - 2010 Yorum Ekle

 

 

gunun_sozu

Âlim, ölsede yaşar, cahil ise yaşarkende ölüdür.

Hazret-i Ali (Radıyallahü anh)

GÜNDEM BALYOZ

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 28 - 2010 Yorum Ekle

resim5      

Mehmet TAŞTAN

GÜNDEM BALYOZ…

Günlerdir yazılıyor, çiziliyor, konuşuluyor,

Biz orak, çekiç derken,

Başımıza balyoz inecekmiş de haberimiz yok.

Sözlük anlamını googel’dan arattırdım,

Balyoz;’’Çekicin büyüğü, devi… Taş kırmak, kazık çakmak, ev yıkmak için kullanılır, cinayet için kullanılırsa oluşan manzara tiksindirici olabilir hatta olabilir değil olur.’’

Hangi çağda, kaçıncı asırdayız.

İç tehditlere karşı düşünülen, hazırlanan planı görün,

Ülke olarak yaşadıklarımıza bakın.

Maalesef darbe ile büyüdük, darbe gürültüleri ile öleceğiz…

Yönetimde güçler kavgası yapmaya devam ediyoruz…

Bu kavga neyin kavgası?

Tehlike de olan ne, kim?

Ülke mi?

Devlet mi?

Millet mi?

Rejim mi?

Gerçekler neden yetkililerce net açıklanamıyor?

Ama görüyoruz ki bu işlerin sonunda fatura hep millete kesiliyor…

Zamana ve zemine göre hareket etmesini de çok iyi biliyoruz…

 Ne diyor Genelkurmay başkanımız:’’TSK eğitimde kullandığımız dokümanlara ‘Talimname’ deriz. Talimnamelerimizden taarruzla ilgili bölüme baktığımız zaman, özellikle hücum bölümü ‘Biz askere ne dedirtiyoruz; ‘Allah Allah’ diye taarruz ettiriyoruz. Ordu nasıl Allah’ın evine bomba atmayı düşünür?’’

Doğru atmaz, atmaz ama…

Allah’ın emri olduğu için başını örten analarımız, bacılarımız kamusal alan deyip bir yerlere niçin sokulmuyor?

Bu devletin en büyük tehlikesi, düşmanı irtica mı?

Ortaya atılan belge ve belgeler için,

Başbakanla, Genelkurmay başkanı bir araya gelip olay hakkında durum değerlendirmesi yaparak en ivedi ve net bir şekilde milleti neden aydınlatmıyorlar?

Çok mu zor bir iş…

Birisi içeri alıyor, birisi salıyor…

Biri salıyor, biri alıyor…

Bu nasıl yargı, nasıl adalet?

Olmuyor olmuyor…

Kimi, kimden koruyoruz…

Kim ,kime çalışıyor…

Kafaları karıştırmaya, bilgi kirliliği yapmaya biz fırsat veriyoruz…

Sonra konuşulanlara ve yazılanlara kızıyoruz…

Başımıza balyoz gibi iniyor da ondan…

 

 

 

Haftaya görüşmek üzere…

http://www.medyabar.com/koseyazilari/1291/gundem-balyoz8230.aspx

muammererkul“Tabutluk”taki son faşist ve kurşuna giden Azeriler

Muammer ERKUL

Irak savaşının bizi de ekonomik olarak salladığı dönem; Türk 2000 dergisini çıkarıyoruz. Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan’ın bilim ve tarih açısından gayet mühim biri olduğunu biliyorum, ama insan “dokunacak kadar yakın” durduğu kimselerin kıymetini idrak edemiyor işte! İtiraftır ki, çıkardığımız dergiyi bile ciddiyetle okumazdım!..

Fakat bazen konuşurduk hocayla. Benim ta çocukluktan kalma “tabutluk” merakım vardı ama pek anlatmazdı.

*

Fakat onu en derinden sarsan, belki de bunca mücadeleye atılmasına, bu kadar acı ve işkenceye katlanmasına, hatta bir buçuk yıl Sansaryan Han’da, “tabutluk” denen duvara oyulmuş işkence hücrelerinde inletilmesine sebep olan büyük suçu(!)şuydu: 407 Azeri Türk’ü Sovyet Rusya’nın zulmünden Türkiye’ye iltica etmişti. İşte onların gerisin geriye Sovyetlere iade edilmesine mani olmak için dönemin cumhurbaşkanıyla görüşmüş… Ve mutlaka kurşunlanacak olan bu zavallı insanların hayatlarını kurtarmaya çalışmıştı…

 

*

“Beni o zaman mimlediler” derdi. Türkçülük filan hikâye… Doğru ya; hepimiz onun kadar Türk’tük ve milletimizi severdik. Ama o, devrin “tek adam”ının emrine muhalefet etmişti! İşte bu fişlenme hayatının sonuna kadar kendisini takip etmişti…

Hatıratını hep gülerek anlatan hocanın, işte bu 407 kişiden bahsederken yüzü değişir, sesi başkalaşır ve içindeki titremeler bile hissedilirdi. Yine de kükreyip bağırmazdı, faşistlikle itham edilmiş, tabutluktan kazınmış bu insan, kendisine zulmedenlere asla sövüp saymazdı ki ben hep buna şaşardım!

…..

NOT: Konuyu burada ancak bu kadar anlatabiliyorum. Devamını www.muammererkul.com isimli web sitemizde geniş olarak okuyabilirsiniz. Ayrıca muammer.erkul@hotmail.com adresime kendi e-mail adresinizi gönderirseniz, yeni bölümleri ekledikçe size de postalayabilirim.

Kuş merhameti

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 17 - 2010 Yorum Ekle

muammererkul

Muammer ERKUL

Kuş merhameti

 Başından sonuna; çiçek seralarından güzel, hazine sandıklarından kıymetli bir mazinin çocuklarıyız. İşte bu hakikati kimin bilmesi gerekiyor? Çocuklarımızın!..

Sen şu güzel hayatın filmini izlemiştin, bu menkıbeyi dinlemiştin, bu konuyu okumuştun, evet biliyorum. Fakat biliyorum ki; şu bardak da daha önce suyun altına tutulmuştu!

Doldurulmuştuk, çok güzel. Ama bunu hatırlamak, dolu olduğumuz anlamına gelmiyor. İçimiz kuru değil, biliyoruz. Ama bu; eksilmedik anlamına gelmiyor!

Sen öğrenmiştin bir zamanlar, biliyorum. Ama biliyor musun ki oğlun bilmiyor bunları. Ve şimdi, işte artık ondadır öğrenme sırası: İncecik parmaklarınla küçücük bir lokma koparıp onun dudaklarına uzatacaksın. Yutunca bir lokma daha koyacaksın ağzına. Bekleyip bir lokma daha koyacaksın…

Kuşlar bizden daha mı merhametli?

Bizimkiler yavru değil mi?

Biz onları beslemezsek acaba kimler, onlara neler yedirecek?..

*

Sen bir kaşıksın! Demir, tahta, eğri, süslü ama her kaşığın işi; lokma taşımak… Hiç gördün mü kaşıkların; “daha önce de çorba getirmiştim” dediğini…

Sen bir bardaksın! İçildikçe dolacaksın… Hiç gördün mü bir bardağın; “daha önce dolmuştum” dediğini…

Zaten boşalmıyor, eksilmiyorsa bir terslik var kaşıkta, bardakta… Boşalmayan dolmuyor da demektir, tazelenmiyor ve kendisinden istifade edilmiyor da demektir.

Sen bir köprüsün! Diğer yana üzerinden geçilecek. Sakın buna “çiğnenmek” olarak bakma! Öyle güzel yerlere gittiklerini hatırla ki; her yolcu, her adımında, tabanlarından öpüldüğünü hissetsin…

*

Sen, sana öğretilenlerle güzeldin… Sen, öğrettiklerinle güzel kalacak ve birilerini daha güzel kılacaksın…

Yavrularını besleyen kuşlar senden daha mı merhametli? Hadi uyan; küçük lokmalar kopar… Bir kaşıksın, bir bardaksın; önce sen dol ki; yediren, içiren, besleyen sen ol!

Akşemseddîn hazretleri hakkında birkaç kelime

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 17 - 2010 Yorum Ekle

 s119790583808_5224

Ramazan Ayvallı

 Akşemseddîn hazretleri hakkında birkaç kelime…

Akşemseddîn hazretleri, Osmânlılar zamânında yetişen evliyânın büyüklerinden olup, İstanbul’un ma’nevî fâtihidir. Büyük velî Şihâbüddîn-i Sühreverdî’nin neslindendir. Soyu Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddîk’a ulaşır. 1390 (H.792) senesinde Şâm’da doğdu ve 1460 (H. 864) yılında Bolu’nun Göynük ilçesinde vefât etti…

Asıl ismi, Muhammed bin Hamza’dır. Hâcı Bayrâm-ı Velî’nin, ona; “Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin” demesi sebebiyle, “Akşemseddîn” lakabı verilmiştir.

Riyâzet sebebiyle benzinin solması, saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle “Akşemseddîn” denildiği de rivâyet edilmiştir.

 

BABASI “KURTBOĞAN VELΔDİR

Rivâyet edilir ki: Babası vefât edip, defnolunduğu günün gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezârları bulur ve ölüyü mezârdan çıkararak parçalardı. Bu kurt, Şeyh Hamza’yı da parçalamak ve yemek istedi. Şeyh Hamza, mübârek elini uzattı ve o kurdu boğazından tutup öldürdü.

Ertesi sabâh ziyârete gelen halk, kurdu ölü vaziyette, Şeyh Hamza’nın elini de mezârdan dışarıda buldular. Orada, hâl sâhibi bir zât vardı: O zât: “Kurda değdiği için, Şeyh Hamza’nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır” dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn’in babası, Amasya’da “Kurtboğan Velî” lakabı ile meşhûr oldu…

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Akşemseddîn, önce Kur’ân-ı Kerîmi ezberledi. Yedi yaşında iken babası ile Anadolu’ya gelip, o târihte Amasya’ya bağlı olan Kavak nâhiyesine yerleşti. Âlim ve velî bir zât olan babası vefât edince, tahsîline devâm etti. Genç yaşta aklî ve naklî ilimlerde akrânından daha üstün derecelere ulaştı.

İlim tahsîlini tamâmladıktan sonra, Osmâncık’ta müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgûl iken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velîsi Hâcı Bayrâm-ı Velî’ye talebe olmak istedi. Hâcı Bayrâm-ı Velî tarafından kabûl edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve ondan icâzet (diploma) aldı…

Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddîn [rahimehullah], bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmaları sonunda, “Mâddetül-Hayât” adlı eserinde: “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak sûretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur” diyerek, bundan beşyüz sene önce mikrobun ta’rîfini yaptı. [Pasteur’un teknik âletlerle Akşemseddîn’den dört asır sonra varabildiği netîceyi, dünyâda ilk def’a o haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi, yanlış olarak Pasteur’e mal edilmiştir.]

Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddîn [rahmetullahi aleyh], o devirde “seratân” denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu Kazasker Süleymân Çelebî’yi tedâvî etti.

Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hâzırlanan ilâçlarla tedâvî edileceğine dâir bilgiler ve formüller ortaya koydu.

 

İSTANBUL’UN FETHİNİ BİLDİRMESİ

Fâtih Sultân Mehmed Hân, muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddîn, Akbıyık Sultân, Mollâ Fenârî, Mollâ Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr velîler ve âlimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar.

Akşemseddîn hazretleri, savaş esnasında Sultân’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatma uzayınca Sultân’ın ısrârı üzerine, Allahü teâlânın izniyle fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddîn, Sultân şehre girerken yanında yer aldı.

Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra, genç Pâdişâh’a, İslâmiyetin harple ilgili hukûkunun gözetilmesini hâtırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultân’ın, Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:

“Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır” cevâbını verdi.

Daha sonra orası kazıldı ve Eyyûb Sultân’ın (radıyallahü teâlâ anh) kabri ortaya çıktı. Fâtih Sultân Mehmed Hân, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabr-i şerîfinin üzerine bir türbe, yanına bir câmi ve ayrıca ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşâ ettirdi. Sultân, Akşemseddîn’den İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddîn hazretleri, Pâdişâh’ın bu teklîfini kabûl etmedi.

 

 

 

 

 

Osmanlı Sultanı İkinci Murâd Hân, Hâcı Bayram-ı Velî’yi son derece severdi. Devlet işlerinden fırsat buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Yine bir def’asında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile beraber Hâcı Bayram-ı Velî’ye gelip, elini öptüler.

Sultan Murâd Hân, sohbet sırasında Hâcı Bayram-ı Velî’ye: “Efendim, İstanbul’u alıp, kâfir diyârını İslâmın nûru ile nûrlandırarak, çan sesleri yerine ezân seslerinin yükselmesini arzû ederim. Bu husûsta duâlarınızı beklerim” dedi.

Hâcı Bayram-ı Velî: “Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul’un alındığını ne sen, ne de ben görebileceğiz” dedi. Sonra, bir köşede oynayan Şehzâde Mehmed (Fâtih) ile hizmet için kapı eşiğinde bekleyen Akşemseddîn’i göstererek buyurdu ki: “Ama şu çocukla bizim köse görürler.”

***

Akşemseddîn hazretleri yüksek bir ahlâk sâhibi idi. Tasavvufda yetişmiş büyük bir velî ve rehber olduğu gibi, diğer ilimlerde de büyük bir âlim idi. Bu husûs, yazmış olduğu eserlerin tetkîkinden açıkça anlaşılmaktadır.

Ayrıca zamanındaki medrese tahsîlini tamâmlamış olup, şu eserleri de okuyup tetkîk etmiştir. Arapça’nın büyük lügatlarından Ebû Nasr bin Hammâd el-Cevherî’nin “Sıhâh”ını, Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini anlatan “El-İhtiyâr li-ta’lîlil-Muhtâr”, “Kunyetül-Fetâvâ”, “Tavzîhul-Fıkıh”, “Mecmûatül-Bahreyn”, “Şerh-i Hidâye” ve Fahrul-İslâm Pezdevî’nin eserlerini okumuştur. Fetvâ kitaplarından: “Hülâsatül-Fetâvâ”, “Fetâvâ-i Kâdîhân” ve “Hızânetül-Fetâvâ”yı okumuş, tetkîk etmiştir…

***

Bulunduğu yerde onun tasavvufa merâkını bilenler, ona, zamanın büyük velîsi, Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Bir gün Akşemseddîn, Ankara’ya giderek, Hâcı Bayrâm-ı Velî ile görüştü. Bu gidişinde henüz talebesi olmadı.

Akşemseddîn (rahimehullah), 840 (m.1436) senesinde meşhûr Velî Şeyh Zeynüddîn hazretlerine talebe olmak için Haleb’e gitti. Haleb’e vardığında bir rüyâ gördü. Rüyâsında, boynuna bir zincir takılmış ve kendisi zorla Ankara’da Hâcı Bayrâm’ın eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise, Hâcı Bayrâm-ı Velî’nin elinde idi.

Bu rüyâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anladı ve hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya gelip, Hâcı Bayram-ı Velî’nin dergâhına gidince, onun, talebeleriyle beraber tarlada olduğunu öğrendi. Hemen tarlaya gitti. Hâcı Bayrâm-ı Velî, onu görmesine rağmen, hiç iltifât etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarladaki yabânî otları temizledi. Yemek vakti gelince, yine Akşemseddîn’e kimse iltifât etmedi. Hâcı Bayrâm-ı Velî, hâzırlanan yemeği, orada bulunan talebelerine taksîm etti. Artakalan yemeği köpeklere verdi. Akşemseddîn, nefsine; “Sen buna lâyıksın” diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemek istedi. Hâcı Bayrâm-ı Velî, onun bu tevâzuuna dayanamayarak: “Köse, kalbimize girdin, gel yanıma” dedi ve ona iltifâtlar etti, kendi sofrasına oturttu.

Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar” diyerek onun rüyâsından haberdâr olduğunu belirtti. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfân meclisine verdi ve tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi. Kısa bir süre sonra Hâcı Bayrâm-ı Velî, ona icâzet (diploma) verdi.

Bu konuda şöyle bir şey anlatılır: “Bir gün Hâcı Bayrâm-ı Velî’ye; “Bazı talebelere kırk yıldır hilâfet vermediniz. Akşemseddîn’e ise kısa bir zaman zarfında hilâfet verdiniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular.

Hâcı Bayrâm-ı Velî de: “Bu, bir zeyrek kösedir. Her ne görüp duydu ise, hemen inandı. Sonra, hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur” dedi.

***

Akşemseddîn hazretleri, çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Bu oğulları şunlardır: Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûrul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah.

Akşemseddîn’in (rahimehullah) halifeleri ise şunlardır: Muhammed Fazlullah, Harîzatüş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddin İskilibî ve İbrâhîm Tennûrî…

[Hepsine Allahü teâlâdan rahmetler diliyor; ayrıca âhiret’te onları bize şefâatçi yapmasını tazarru’ ve niyâz ediyoruz.]


Copygiht © 2009 www.mehmetastan.com Mehmet TAŞTAN Kişisel Web Sayfası - Web Tasarım