19 Nisan 2024, Cuma 12:21:57 İletişim Formu

s119790583808_5224

Ramazan AYVALLI

Resûlullah Efendimiz, Medîne’de ilk defa kime misafir oldu?

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medîne-i münevvere’yi teşrîf buyurunca, devesini serbest bıraktı. Deve ilk defa iki yetîme âit bir arsaya çöktü ve çok durmadan kalktı. Biraz yürüdükten sonra tekrâr aynı yere gelip çöktü. Burası, Peygamber Efendimizin dayıları olan Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin evine yakındı. Peygamberimiz, bu zâta misâfir oldu.

Ensâr (Medîneli Müslümânlar), dînleri için vatanlarını terk eden muhâcir kardeşlerini barındırdı, evlerinde misâfir etti, onlara iş buldu, mülklerinden yer verdi ve her yardımı yaptılar. Bu tür fedâkârlık ancak İslâm kardeşliğinde vardır. Nitekim Allahü teâlâ meâlen: “Ancak mü’minler kardeştirler” (Hucurât sûresi, 13) buyurarak, gerçek sevgi ve samîmiyetin maddî menfaatle değil, îmânla, inançla var olabileceğini beyân buyurmuştur. Bu da açıkça Ensâr ile Muhâcirîn’in arasında görülmektedir.

Medîne’ye hicretin, İslâm târihinde büyük önemi vardır. Hicret’ten sonra Müslümânlığın kolayca ve sür’atle yayılması sağlanmış, İslâm dîninin merkezi Mekke’den Medîne’ye nakledilmiş oldu…

Mekke’deki bir avuç garip Müslümânlar, Medîne’de bir devlet kurmuşlardı. Cihâd emri burada geldi. Medîne’deki kabîleler arasındaki kin ve düşmânlık kalktı, yerini İslâm kardeşliği ve sevgisi aldı. Hicretten sonra İslâmiyet sür’atle yayıldı.

Medîne üzerine yürüyen müşrik orduları, yapılan savaşlarda hep mağlûb edildi. Daha sonra Mekke de fethedildi. İslâmiyet Arap Yarımadasının her tarafına yayıldı. Bundan sonra da İslâm orduları asırlar boyu, dünyânın dört bir yanına bir îmân seli gibi aktılar. İslâm nûrunu dünyânın her tarafına yaydılar.

Bu vesîleyle târihteki bazı göçlerden de bahsedelim:

Dînî, iktisâdî, siyâsî, ictimâî (sosyal) ve diğer sebeplerle insan topluluklarının bir yerden bir başka yere gitmesi “HİCRET (GÖÇ)” diye isimlendirilmektedir. Ferdî sebep ve maksatlarla yer değiştirmeye ve bu esnâda nakledilen eşyâların hepsine de “göç” denmektedir…

Bir târih nazariyesine göre, M.Ö. 3000-4000 yıllarında Orta Asya’da yaşayan kavimlerin şiddetli ve uzun süren kuraklık sebebiyle doğuya, kuzeye, batıya ve güneye gitmelerine; “KAVİMLER GÖÇܔ denmektedir. Kitaplarda, bu göçün siyâsî, sosyal ve kültürel neticeleri üzerinde uzun uzun durulmaktadır.

Aynı bölgede M.S. 6. yüzyıldan i’tibâren başlayan ve asıl ağırlığı batı istikâmetinde olan TÜRK GÖÇLERİ, 17. yüzyıla kadar devâm etmiş; İran, Anadolu ve Balkanlar’dan geçerek Avrupa ortalarına ulaşmıştır.

Türkler, geçtikleri yerlerde birbirlerinin devâmı olan devletler kurmuşlar, böylece Orta Asya içlerinden Avrupa ortalarına uzanan kültür ve medeniyet mîrâsları ve yerleşik Türk boyları ile bir Türk dünyâsı meydâna getirmişlerdir. Bu göçler sırasında Türklerin bir kolu, Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Avrupa ortalarına gelmiş, burada Avrupa Hun Devletini kurup, bir müddet yaşadıktan sonra diğer yerli kavimlerin arasında Hıristiyanlaşarak, eriyip gitmişlerdir.

Orta Doğu üstünden Mısır’a doğru yol alanlar da, kurdukları çeşitli devletlerden sonra Osmanlı Devleti içinde yer almışlardır. Gerek bunların ve gerekse Anadolu’ya gelen Türk boylarının en büyük tâlihi, İslâmiyeti kabûl etmeleridir. 9. ve 10. yüzyıllardan i’tibâren boylar ve kitleler hâlinde Müslümân olan Türkler; bugünkü Îrân, Âzerbaycân, Hindistân, Irâk ve Anadolu’da kurdukları güçlü devletlerle, hem kendi hayâtiyetlerini korumuşlar, hem de kazandıkları zaferlerle İslâm dünyâsına yeni bir çehre kazandırmışlardır.

Böylece başlayan Türk-İslâm devletleri devri, Osmânlı Devleti bünyesinde bütün İslâm dünyâsının tek ve birleşik devleti hâline gelerek 20. yüzyıl başlarına kadar devâm etmiştir.

Osmânlı Devletinin son zamanlarında, “Doksanüç Harbi” adıyla meşhûr 1877-78 Osmânlı-Rûs savaşları esnâsında, Tuna boylarında, Balkanlar’da ve Kırım’da yaşayan Türklerin, eşi görülmemiş Rûs ve Hıristiyân zulmü, vahşeti karşısında Anadolu’ya yaptıkları toplu göç, “93 Muhâcerâtı” olarak bilinir ve teessürle hâtırlanır.

1950’li yıllarda, Komünist idârelerin şiddetli tazyik ve zulmüne dayanamayan Müslümân-Türklerin, Balkan ülkelerinden (Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan) ve Rusya’dan Türkiye’ye toplu olarak yaptıkları göçler de, son yılların hâfızalarda yaşayan göç hâdiselerindendir…

Can Yücel

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 7 - 2010 Yorum Ekle

gunun_sozu

Mal beyanını şöyle bildiriyor şair Can Yücel;

“Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen. Gökyüzünde bir bulut. Bitlis’te beş minare… Palandöken’de bir palan iki döken… Dünyada mekan, ahirette iman… Denizde kum… Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht… Çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı… Bir adet ağaç gölgesi… Üç kuş kanadı sesi… Bir marmara denizi…Anne babadan kalma, yarısı yaşanmış bir ömür…”

Evet, denizlerin sahibi de olsan bırakıp gidiyorsun bir gün…

Dört duvar

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 7 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

Mehmet SOYSAL

Dört duvar…

İş adamı dostum Lütfü Türkkan taa Maldivler’den göndermiş bir şairin mal beyanını…

Mal beyanını şöyle bildiriyor şair Can Yücel;

“Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen. Gökyüzünde bir bulut. Bitlis’te beş minare… Palandöken’de bir palan iki döken… Dünyada mekan, ahirette iman… Denizde kum… Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht… Çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı… Bir adet ağaç gölgesi… Üç kuş kanadı sesi… Bir marmara denizi…Anne babadan kalma, yarısı yaşanmış bir ömür…”

Evet, denizlerin sahibi de olsan bırakıp gidiyorsun bir gün…

*

İnsan, eski bir tarih kitabını okuyunca hayatın dört duvardan ibaret bir yalan olduğunu daha iyi anlıyordu…

Dünya uğruna amansız savaşları kazanarak her şeye sahip olduklarını düşünen ama bir anda ölen nice kral, vicdan muhasebesini yapamadan dünyayı terk etmişlerdi…

İnsan, biraz düşündüğünde dört duvardan ibaret bir hayatta oyalandığını anlıyor…

Beşik dört duvar…

Ana rahmi dört duvar…

Kuvözler dört duvar…

Hastane odaları dört duvar…

Evler dört duvar…

Okullar dört duvar…

İş yerleri dört duvar…

Mekanlar dört duvar…

İnsanların yüreği dört duvar…

Zindanlar dört duvar…

Saraylar, yalılar, dört duvar…

Arabalar, gemiler dört duvardı…

*

Bu kadar dört duvar arasında yaşayan ve hayatı tüketen dünya mahkumları öldüğünde tabut dört duvar, kabir dört duvar…

Dört duvar arasında başlayan hayat, dört duvar arasında bir gün bitiyordu işte…

Oysa, dünya yuvarlaktı…

Goethe demiş ki;

“Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini yiyor!”

Dört duvara sahip olmak için bu kadar kötü olmaya değer miydi? sorusunu herkesin bir daha kendine sorması gerekiyordu…

Dört duvar arasında olsa da hayat, ne için yaşadığını bilmek büyük meseleydi… Yoksa şairin mal beyanındaki gibi bıraktıklarımız değil, götürdüklerimiz kabirde bizleri kurtaracaktı…

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?id=432776

s119790583808_5224

Ramazan AYVALLI

Mekke, Hicret’ten sadece sekiz sene sonra fethedilmiştir

Bilindiği gibi, aralık ayının ortalarında “Hicret-i Nebeviyye”nin, ocak ayının başında da “Mekke’nin Fethi”nin birer sene-i devriyelerini daha idrâk ettik.

İslâm târihinde, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye göçü ve Hicrî târihin başlangıcı olan “Hicret”, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir.

Hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir.

PEYGAMBERİMİZ VE SAHÂBENİN HİCRETİ

Kıyâmete kadar nesh edilmeden (değiştirilmeden) bâkî kalacak tek ve en son dîn olan İslâmiyette, hicret hâdisesi ile “Devlet” olmaya doğru ilk adımlar atılmıştır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbı [ilk Müslümânlar], doğdukları topraklar olan Mekke-i mükerreme’de kendilerine ve dînlerine tanınmayan hayât hakkını, hicret ettikleri Medîne-i münevvere’de bulmuşlar, burada çoğalıp, güçlenmiş ve kuvvetlenmişler, bilâhare Mekke’yi ve Arabistân Yarımadası’ndaki birçok beldeleri fethetmişler, böylece ilk “İslâm Devleti”ni kurmuşlardır.

Bundan sonradır ki, önünde durulmaz İslâm orduları, asırlar boyu dünyânın dört bir tarafına bir îmân seli gibi akmışlar, İslâmiyetin nûrunu yeryüzüne yaymışlardır. Böylece İslâm medeniyeti, bâtıl dînlerin, zulmün, hakâretin ve ilimde, teknikte geri kalmışlığın pençesinde inleyen insanlığı emniyete, adâlete, râhata, huzûra, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturmuştur.

Hicret’ten evvel Peygamberimiz İslâmiyeti, önce yakın akrabâsına anlatmıştı. Müslümân olanların sayısı çok azdı. Müslümân olanlar da Mekkeli putperest müşriklerden çok işkence ve eziyet görüyorlardı. Peygamberimize İslâmiyeti açıkça anlatmasını emreden “Emr olunduğun şeyi apaçık bildir. Müşriklerden yüz çevir” (Hicr sûresi, 93) meâlindeki âyet-i kerîme gelince, açıkça İslâmiyete davet başladı. Bunun üzerine müşriklerin düşmânlıkları daha da arttı. Eziyet ve işkencenin sonu gelmiyor, gün geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Mekke, Müslümânlar için yaşanmaz bir şehir hâline gelmişti. 615 yılında Peygamberimizin müsâadesiyle, Müslümânlardan 10 erkek ve 5 kadın, bundan bir yıl sonra da Ebû Tâlib’in oğlu Ca’fer-i Tayyâr başkanlığında 82 erkek ve 10 kadın daha Habeşistân’a hicret ettiler. Orada râhat ve huzûra kavuştular.

İslâmiyetin günden güne yayılması üzerine şaşkına dönen müşrikler, bu sefer de Müslümânları, Ebû Tâlib Mahallesinde kuşatma altına aldılar. Giriş-çıkışı yasakladılar. Yiyecek, giyecek ve hiçbir ihtiyâç maddesi sokmadılar. Üç sene büyük sıkıntılara mâruz bıraktılar.

Mekkeli müşriklerin her gün artan düşmânlık ve zulümlerine rağmen, Müslümânların sayısı gittikçe artıyordu. Peygamberimiz hak dîni, insanlara duyurmaya ve öğretmeye sabır ve yumuşaklıkla devâm ediyor, karşılaştığı herkese, Allahü teâlâya îmân etmelerini, kendinin “Allah’ın Resûlü” olduğunu, putlara tapmaktan vazgeçilmesini anlatıyordu.

MEDÎNE’DEN GELİP MÜSLÜMÂN OLANLAR

620 senesi hac mevsiminde, Medîne’den gelenlerden 6 kişi Müslümân oldu. Bir sene sonra 12 kişi olarak geldiler ve “Akabe” denilen yerde Peygamberimize bîat ettiler. 622 yılı hac mevsiminde de, 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişi, “Akabe Bîatı”nı yaptılar. Peygamber Efendimizin uğrunda canlarını seve seve fedâ edeceklerine söz verdiler ve Medîne’ye döndüler. Peygamber Efendimizi de Medîne’ye da’vet ettiler. Bundan sonra İslâmiyet, Medîne’de sür’atle yayıldı.

İkinci Akabe Bîatını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl aldı. Müslümânlar için Mekke’de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber Efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâade istediler. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib(Medîne)’dir. Oraya hicret ediniz” ve “Orada Müslümân kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ, onları size kardeş yaptı. Yesrib’i (Medîne’yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı” buyurdu. Resûlullah Efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine Müslümânlar, Medîne’ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar…

Hicretten alınacak bazı dersler…

Müslümânlar her fırsattan istifâde ederek Medîne’ye hicrete devâm ettiler. Bu arada Hazret-i Ömer, bir gün kılıcını kuşandı, yanına oklarını ve mızrağını alıp Kâbe-i muazzamayı açıkça tavâf etti. Orada bulunan müşriklere yüksek sesle şunları söyledi: “İşte ben de dînimi korumak için, Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetîm bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın!”

Böylece Hazret-i Ömer ve yanında yirmi kadar Müslümân, güpegündüz açıktan Medîne’ye doğru yola çıktılar. Onun korkusundan bu kâfileye hiç kimse dokunamadı. Daha sonra Eshâb-ı kirâmdan diğerleri de hicrete devâm ettiler.

Bu arada Hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûlullah Efendimiz; “Sabreyle; ümîdim odur ki, Allahü teâlâ bana da izin verir; berâber hicret ederiz” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr, “Anam-babam sana fedâ olsun. Böyle ihtimâl var mıdır?” diye sordu. Resûlullah da, “Evet vardır” buyurunca çok sevindi. Sekiz yüz dirhem vererek hemen iki deve satın aldı; beklemeye başladı.

MÜŞRİKLER TELÂŞA KAPILDILAR!..

Diğer taraftan Medîneliler (Ensâr), hicret eden Mekkelileri (Muhâcirleri) çok iyi karşılayıp, evlerinde misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydâna geldi. Resûlullah’ın da hicret edip, Müslümânların başına geçeceği ihtimâliyle Mekkeli müşrikler telâşa kapıldılar…

Mekkeli müşrikler, mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri “Dârün-nedve”de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Bu toplantıya, şeytân da düzgün kıyâfetli olarak, “Şeyh-i Necdî” [yâni Necd’li bir ihtiyâr] kılığında katılmıştı. Çeşitli teklîfler öne sürüldü. Hiçbiri beğenilmedi. Kendisine söz verilen [Şeyh-i Necdî kılığındaki] şeytân onlara, “Sizin düşündüklerinizin hiçbiri, O’na karşı çâre değildir. Çünkü O’nun öyle güler yüzü, tatlı dili vardır ki, her tedbîri bozar. Başka çâre düşününüz” diyerek fikrini söyledi.

Kureyş’in reîsi ve en azılı İslâm düşmânı olan Ebû Cehil, “En doğru fikir şudur ki, her kabîleden birer kuvvetli kimse seçelim. Her biri ellerinde kılıçları ile Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine saldırsın. Kılıcı vurup kanını döksünler. Böylece kimin öldürdüğü belli olmaz. Zarûrî olarak diyete râzı olurlar. Biz de O’nun diyetini verir, bu sıkıntıdan kurtuluruz” dedi. Şeyh-i Necdî de bu fikri beğendi ve harâretle tasdîk etti…

Onlar bunun hâzırlığı içindeyken, Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize hicret emrini verdi. Cebrâîl (aleyhisselâm) gelerek müşriklerin karârını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Alî’ye kendi yatağında yatmasını ve Mekkelilerin kendisine bıraktıkları emânetleri sâhiplerine vermesini söyledi. Geceleyin, Yâsîn sûresinin ilk dokuz âyetini okuyarak, kendisini öldürmek için evini sarmış kâfirlerin üzerine bir avuç toprak saçtı ve evinden çıktı. Müşriklerden hiç kimse onu göremedi.

Safer ayının yirmiyedinci (Perşembe) günü, Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekr, yanlarına bir miktar yiyecek alarak, bir kılavuz ile birlikte yola çıktılar. Bir sâatlik mesâfedeki Sevr Dağında bulunan mağaranın önüne geldiler.

HAZRET-İ EBÛ BEKR’İN MAĞARA’YA GİRMESİ

Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah’tan izin alarak Mağara’ya önce kendisi girdi, içeriyi dikkatlice gözden geçirdi. Gördüğü çok sayıdaki yılan ve akrep deliğini, gömleğini parçalayarak kapattı. Açık kalan bir deliği de ayağıyla kapayıp, Peygamber Efendimizi içeri da’vet etti. Resûlullah’ın içeri girmesini müteâkip Allahü teâlânın emriyle bir örümcek kapıya ağını ördü ve bir çift güvercin de kapı önüne yuva yaparak yumurtladı.

Eve girip de Peygamber Efendimizi yatağında bulamayan müşrikler, her tarafı aramaya başladılar. İz tâkib ederek mağaranın önüne geldiklerinde, bir örümceğin mağaranın ağzını örmüş ve bir güvercinin de yuva yapmış olduğunu gördüler. İçeriye bakmadan geri döndüler.

Allahü teâlâ, bu mu’cize ile Peygamberini ve O’nun arkadaşı Hazret-i Ebû Bekr’i müşriklerin kötülüklerinden korudu. Ayaklarının ucuna baksalardı, her ikisini de göreceklerdi. Bu durum karşısında, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) için endişelenen Hazret-i Ebû Bekr’i Peygamberimiz teselli ediyor ve ona; “… Üzülme, Allahü teâlâ bizimle berâberdir…” (Tevbe, 40) diyordu.

Nağme ve nağmeler

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 7 - 2010 Yorum Ekle

muammererkul

Muammer  ERKUL

Nağme ve nağmeler

Müziğe ne kadar yakın durduğumuz, kendimiz için önemli. Fakat yayınlanan müziğin “ne” olduğu, memleketimiz için önemli. Çünkü ezberleniyor, içindeki mesajlar hızla kopyalanıyor…

Yıllardır, bayırı aykırılayan caddelerin kenarında yaşar gibiyiz! Penceremizi her açtığımızda; ya yokuş aşağı kontak kapatmış bir ahmağın yeline çarpmakta… Veya rampaya vurmuş yağsız kamyonların paralanma sesinden muzdarip içeri kaçıyoruz!..

*

Sanat, en başta; her şeyin yerli yerinde olma halidir. Duyguların kabız veya ishal durumuna “müzik” denmez!.. Pis kokan, tırmalayan, zehirleyen, istikbale tuzaklar kuran; yabancı kültür çakması bir yığın gürültüye mecbur edilmek, ne acı! Ki üstelik bunlardan çoğu, kalmak için değil de “bizim olanla aramıza girmek için” üretilmişti sanki!..

Yolda koltuk değneği buldu diye kendi bacağını kesmeye çalışana ne denir?..

*

İçimde birikmiş bu can sıkan cümleler aslında bir ümitten, sevinçten dökülüyor. Yurt içi ve dışında ciddi, hızlı ve gayet lüzumlu ataklar yapan TRT; “Nağme” isimli radyo kanalıyla da yayına girdi ve günün her saatinde Klasik Türk Müziği yayınlamaya başladı.

Eski tadı bilenler bîzar olmuş, gürültüden bitap düşmüştük… Türk müziği denen yüksek sanatın; ilk önce eğitim, terbiye, kültür, ilham, duygu, ince işçilik, estetik ve sair gailelerden mürekkep olduğunu hatırlayanlar; ezgilerin peşine yeni düşeceklerin, müzik yolculuğunda bütün bunlardan bîhaber olacağından endişeliydik…

*

Geç kalmış bile olsa TRT Nağme hoş geldi. Bu önemli kadronun başta yöneticilerini, yapımcılarını ve yayın görevlilerini tebrik ediyorum.

Şahsî mutluluklarımdan biri ise; Nağme ekibinde Sırrı Er de var. Güzel Türkçesi ve kalıcı olma azmini eserleriyle de ortaya koyan sevgili arkadaşım, usta radyo-tv sunucusu Sırrı, Nağme’nin İstek Saati’nde program sunuyor. Bir ses kalitesi, bir üslup, bir özen; Sırrı Er de TRT Nağme’ye yakışıyor…

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=432738

MECLİSTE KAVGA

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 4 - 2010 Yorum Ekle

resim5MECLİSTE KAVGA…

 MehmetTAŞTAN

Yine kavga, yine kavga…

TBMM Genel Kurulu’nda vekillerimiz kapıştı…

Neden yine ne oldu mu diyorsunuz?

Gerekçeye bakıyorsun…

Kavga edenlere bakıyorsun…

İnsanın içi cız ediyor…

Yüreği burkuluyor…

Bir yanda Ak Parti, diğer yanda M.H. P,

Kendini bilmez bir partilinin yaptığı bir konuşmayı o kürsülere taşımaya gerek var mıydı eski bakanım, değerli vekilim Osman Durmuş.

“Peygamber gibi görünen Başbakan’ın eşini siz nasıl hastaneye almazsınız. Sizi gidi beyaz yakalılar sizi” sözü ile ne demek istediniz?

Meclis de gündeminiz ne idi?

Ama sosyal arenada gündem oldunuz…

Aklı başında insanlar bu e- (twitter) dünyada bakın sizi nasıl gördüler, yorumladılar…

_bertan_    Bir gün meclise girersem kabinemi boksörlerle dolduracağım. Bu kadar çok kavga çıkan bir yerde dayak yemek istemem

maliilicak    Mhp’li Durmuş’un başbakana Peygamber benzetmesini kınıyorum. Hem dini hem de insani açıdan büyük densizlik. Bel altından siyaset bang bang!!!

tariktoros    şimdi.. mhp’liler başbakan’ın eşine laf atmış oldular.. başbakan da namusuna söz söyletmedi.. bahçeli’nin yeni telaşı bu. Temizlemesi zor!

tariktoros    doğru.. başbakan, iki sene sonra gündem değiştirmek için gata mevzuuna girdi.. bilinçli iş.. siyaseten bakıldığında ise muhteşem bir manevra

tariktoros    uğur mumcu’nun eşi olabilirsiniz ama yönetici olamazsınız… başkan, hiç olamazsınız… bazı eşler, eşliğini bilmeli… ötesine geçmemeli…

cuneytozdemir    Ne kavgaymış be kardeşim…

ahmethc    Aşırı hassas ve aşırı kibar görünen insanların kibrinden Allah’a sığınırım… Bakınız: Bülent Arınç.

cuneytozdemir    Dün geceki TBMM Meydan Muhaberesinde tarafları sabırla dinledikten sonra vardığım nokta; ‘Al birini vur ötekine…’

ak partili bekir bozdağ,basın toplantısında “i…” dedi.niye dediği mühim değil.cezayı biz yiyecez nasılsa.canlı yayın mübarek,az dikkat!

maliilicak    Bırakalım Tayyip’i,Baykal’ı,Bahçeli’yi,Çevredeki sıkıntıları.Sevgi soluyalım,Dostluk verelim,Yumrukları değil El sıkmayı deneyelim!!!

tariktoros    mhp’liler konuyu saptırıyor.. mesele,kimin başbakana peygamber dediği değilki.. osman durmuş alenen hakaret etti,gata’yı savundu! konu budur

oncekelam    Akıl dizginlerini hissiyata kaptırınca, büyükler de câhiller gibi gülünç bir kavgaya tutuşurlar… Dün akşamki vekiller kavgası gibi.

Fazla uzatmaya gerek yok,

Yazılanları olduğu gibi aktardım…

Siz bizim vekillerimizsiniz anlarsınız!

 

Haftaya görüşmek üzere…

 http://www.akyazihaber.com/yazidetay.php?id=25

http://www.medyabar.com/koseyazilari/1310/mecliste-kavga8230.aspx

Akıl nimeti

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 4 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

M.SAİD ARVAS

Akıl nimeti…

 

Akıl, büyük nimettir ancak, tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Aklımızın ermediği şeyler pek çoktur…

 

Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Nasıl sayabiliriz ki; kavuştuğumuz, fakat bilmediğimiz nimetler, bildiklerimizden daha çoktur…

Bu nimetlerin büyüklerinden olan akıl nimeti, büyük önem taşır. Fakat o da tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Belli bir ağırlığı ancak kaldırabiliriz, daha ağır şeyler var ama, gücümüz yetmez.

Gözümüzle belli bir mesafeyi görebiliriz, kulaklarımız belli bir mesafeden sesi duyabilir. Burnumuz gene öyle… Aklımızın da ermediği şeyler vardır ve çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için, bizlere acıdı ve en büyük nimet olarak bizlere peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi…

 

ONLAR BİLDİRMESEYDİ!..

Aklımıza kalsaydı; iyi ile kötüyü, hayır ile şerri nasıl ayırt edebilecektik, gözlerimizle göremediklerimizi nasıl tanıyacaktık? Mesela: İmanın şartlarından biri olan meleklere imanı, nasıl elde edebilecektik? Rabbimizi ve O’nun sıfatlarını, kıyamet gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi onlar bildirmese idi, aklımızla ne zaman kavrayabilecektik?..

Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazla, bunlardan üç yüz on üçü resuldür. Hepsi imanın altı şartını (yani Amentü’yü) kavimlerine bildirdiler, bunlara iman etmeye onları davet ettiler. Bunun içindir ki; bu peygamberlerin birini inkâr, hepsini inkâr demektir.

Nuh aleyhisselam asırlarca kavmini imana davet etti. Bu uzun sürede yalnızca 80 civarında kişinin imanla şereflendiği rivayet olunmaktadır. Dokuz yüz elli yıl onlara mühlet verilmesi, yüce Rabbimizin en büyük ihsanıdır. Kullarına azap vermek istemiyor, ebedi saadete kavuşmalarını arzuluyor. Yoksa onlara bu kadar uzun süre tanınmazdı…

Nuh aleyhisselama peki diyenler, iman edenler, gemiye bindiler, boğulmaktan kurtuldular hem de Cennetlik oldular. İnatlarında ve küfürlerinde ısrar edenlerin ise hem dünyaları, hem de ahiretleri mahvoldu.

Kur’an-ı kerim, Nuh aleyhisselamın kavminin halini beyan buyururken; “Nuh kavmi peygamberleri yalanladı” ifadesi kullanılmaktadır. Halbuki o kavme Nuh aleyhisselamdan başka peygamber gönderilmemişti, yalnız onu inkâr etmişlerdi. Fakat onu inkâr bütün peygamberleri inkâr demekti…

Ad kavmi Hud aleyhisselamı, Semud kavmi Salih aleyhisselamı, Lut kavmi Lut aleyhisselamı inkâr ettiler. Bunlar için de ayrı ayrı “peygamberleri inkâr ettiler” ifadesi Kur’an-ı kerimde geçer.

Bütün peygamberlerin aralarında ayrılık olmaksızın bildirdikleri hususlar şunlardır:

1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman etmek, O’ndan başkasına tapmamak, insanların kendi elleriyle şekillendirip meydana getirdikleri ve kendisine dahi faydası olmayan taşlardan, ağaçlardan medet ummamak, onlardan bir şey beklememek.

2- Rabbimizin emirlerini, neleri yapmamızı, neleri yapmamamızı bildirdiler. Nasıl hareket edersek Cennete veya Cehenneme gireceğimizi öğrettiler. Onlar bildirmeseydi, biz kendi aklımızla bunları nasıl tespit edebilirdik?

3- Yaratılış gayesini onlardan öğrendik. Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış, bize hizmet etmektedirler. Bizi de O’nu tanıyıp O’na ibadet etmemiz için yarattığını bildirdiler.

4- Yaşamakta olduğumuz bu dünya hayatının geçici olduğunu, bir imtihan salonu olduğunu öğrendik. Gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu, o hayatın dünyadaki gibi kısa olmadığını, ebedi olduğunu ve yaptıklarımızdan hesap vereceğimizi, karşılığını göreceğimizi yine o mübarek zatlardan öğrendik.

 

EN GÜZEL ÖRNEK!..

Peygamberlerin insanlardan seçilmesi de ayrıca bir lütuftur. Meleklerden seçilseydi onları nasıl örnek alacaktık, onlar gibi nasıl hareket edebilecektik?

Onlar yemezler, içmezler, evlenmezler, uyumazlar. İnsanlarla mukayese edilemezler. Bizim gibi insanlardan olmaları onların hayatını öğrenip, onlar gibi davranmamızı mümkün kılmaktadır.

En güzel örnek, peygamberler içinde hayatı tespit edilen yegane peygamber Sevgili Peygamberimizdir (aleyhisselam).

O’nun sünnet-i seniyyesini öğrenip tatbik edebilene iki cihanda da saadet kapıları açılır…

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=432453

İlk yanışım değildi

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 4 - 2010 Yorum Ekle

muammererkul

Muammer ERKUL

İlk yanışım değildi 

İlk yanışım değildi ki!..

Pencerem tıklatıldı, kapım çalındı…

Bulunduğum yer, oturduğum zemin, yüksekliğim, genişliğim, biçimim, rengim, çevre düzenim, benle alakalıydı ama doğrudan benim eserim değildi.

Ben, memnundum halimden. Ne verilmiş ise o zaten istediğimdi ve aldığıma razı olmuştum sadece; böylece güzelleşmiştim…

*

İnfaza gidene ayna verilir mi, verilse de o alır mı?..

Güzel miyim, bilmiyorum ki; sadece her zamanki gibiyim!..

Hüküm: Her zamanki gibi olmak suçundan yanmaya mecbur olmak!..

*

İlk yanışım olmadığından, anlıyorum; bu son yanışım olmayacak!..

Çünkü söndürecekler. Alevler, dumanlar, kokular içinde inler, kıvranır, kavrulurken çığlıklar duyacağım ve birileri suyla, kumla, köpükle beni kemiren ateşi söndürecek.

Kurtulacağım gene; içimdeki birkaç oda hasarlı, yüzüm parça parça lekeli…

Belki sevdiğim bazı eşyalarımı çıkarıp atacaklar, perde ve döşemelerimi söküp değiştirecekler, dökülüp kabarmış boyalarımı kazıyacaklar… Zımparalayacaklar seni benden ve istesem de istemesem de rengimi yenileyecekler!..

Ben, her penceremin her camından ve canımdan süzülen damlalarla; son yangınımın da izlerinden kurtarılışımı yaşayacağım…

*

Sonra biri, tıklatılınca açtığım penceremin dibine eğilecek. Orada, yerde duran ve yanmış, bitmiş, iyece hafiflemiş olan kibrit veya çıradan artakalanı dikkatle tutarak;

“Büyük yangın idi çıkardığın, diyecek… Şimdi parmaklarımın ucunda, soğumuş ve dokunulsan küle dönmek üzeresin… Peki hani hayallerin? Hani ümitlerin, hani sevdan?.. Bu nedir sendeki? Hırs mı, inat mı, kıskançlık mı; ki sadece birkaç odasını yakmak için şu konağın… Böyle, kendini feda ettin ve nice güzellikleri başlamadan yok ettin?


Copygiht © 2009 www.mehmetastan.com Mehmet TAŞTAN Kişisel Web Sayfası - Web Tasarım