20 Nisan 2024, Cumartesi 02:19:54 İletişim Formu

Önümüzdeki Perşembe Mevlid Gecesi

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 21 - 2010 Yorum Ekle

s119790583808_5224Önümüzdeki Perşembe Mevlid Gecesi

 Ramazan AYVALLI

Bildiğiniz gibi “Mevlid” kelimesinin, bir ma’nâsı da “doğum zamanı” demektir. Mevlid gecesi, Rebîu’l-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir. Peygamber Efendimizin doğum günü, bütün Müslümânların bayramıdır. Mevlid gecesinde sevinen, o geceye kıymet veren mü’minler pek çok sevâp kazanırlar…

Resûlullah Efendimiz, “Mevlid” gecelerinde Eshâb-ı kirâmına ziyâfet verir, dünyâyı teşrîf ettiği ve çocukluğu zamanında olan şeyleri anlatırdı. Hazret-i Ebû Bekr de, Halîfe iken Mevlid gecesinde, Eshâb-ı kirâmı toplar, aralarında, Resûlullah’ın dünyâyı teşrîfindeki, doğumundaki olağanüstü hâlleri konuşurlardı.

İşte bundan dolayı İslâm âlimleri de, bu geceye çok önem vermişlerdir. Bu gece, Hanefî mezhebine göre, Kadir gecesinden sonra, en kıymetli gecedir. Şâfiî mezhebine göre ise, gecelerin en kıymetlisidir.

Herkesçe bilindiği üzere, asırlardan beri, 12 Rebîu’l-evvel gecesinde, bütün İslâm âleminde, Türk Cumhûriyetlerinde ve bu arada güzel ülkemizde Peygamber Efendimizin doğum gecesi olan Mevlid-i Nebevî kutlamaları yapılmaktadır. Mevlid okumaya karşı çıkan bir kimse, Resûlullah’ın, Eshâb-ı kirâm’ın ve bütün Müslümânların asırlarca yaptıkları bir işi beğenmemiş olmaktadır.

Dünyânın her yerindeki Müslümânlar, Peygamberimizin ve Eshâb-ı kirâmın yaptıkları gibi, Mevlid gecesinde, Resûlullah Efendimizi anlatan kitâblar, na’tlar, kasîdeleri okurlar ve Resûlullah’ın dünyâyı teşrîf ettiği bu şerefli gecede sevinirlerdi. Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cinnîler, hayvânlar ve hattâ cansız maddeler, birbirlerine müjdelemekte, “Fahr-i âlem dünyâyı şereflendirdi” diye sevinmektedirler.

Resûlullah Efendimiz, kendi doğum günlerinde şükür için oruç tutardı. Onun için önümüzdeki Perşembe ve Cuma günleri (2 gün) oruç tutmak iyi olur, 3. gün olarak Cumartesi de ilâve edilirse daha iyi olur.

“Allah, bir kimseye söz ve yazı san’atı ihsân ederse, Resûlullahı övsün, düşmânlarını kötülesin” hadîs-i şerîfine uyularak, asırlardır “Mevlid kitapları” yazılmış ve okunmuştur. Resûlullah Efendimizi öven çeşitli “Mevlid Kasîdeleri” vardır. Türkiye’de her zaman okunan ve çok meşhûr olan “Mevlid Kasîdesi”ni Süleymân Çelebî, 15. asırda yazmıştır. Bu kasîdenin, “Asr-ı Saâdet”ten sonra yazılmış olması, onun bid’at olmasını gerektirmez. Çünkü Resûlullah’ı övmek bir ibâdettir. Her zaman O’nu övücü kasîdeler, yazılar yazılabilir. Onları okumak da bid’at değil, sevâp olur.

Mevlid okumaya karşı çıkan bazı kimseler için belirtelim ki, Mevlid-i şerîf okumak demek; şiir olarak Resûlullah’ın dünyâya gelişini, mi’râcını ve hayâtını anlatmak, O’nu hâtırlamak, O’nu övmek demektir. Peygamber Efendimizin doğum gecesi olan “Mevlid-i Nebevî”, asırlardan beri, bütün İslâm âleminde, çeşitli faâliyetlerle kutlanmaktadır. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî: “Mevlid okunan yerden belâlar gider” buyurmuştur.

Peygamber Efendimizin şâirleri, Mescid-i Nebevî’de, Resûlullahı öven ve kâfirleri kahreden şiirler okurlardı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bunlardan Hassân bin Sâbit’in şiirlerini çok beğenirdi; hattâ Mescid’de bu şâir için bir minber bile koydurmuştur. O, bu minbere çıkar, Resûlullahı över, düşmânlarını kötülerdi. Resûlullah Efendimiz de: “Hassân’ın sözleri, düşmânlara oktan daha te’sîrlidir” buyururdu.

Allahü tealâ’yı sevenin, O’nun Resûlü’nü de sevmesi vâciptir. Ayrıca onun yolunda olan sâlih kulları da sevmesi lâzımdır. Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok İslâm âlimi birçok kitap yazmıştır.

Her mü’minin Resûlullahı çok sevmesi gerekir. Onu çok seven, onu çok zikreder, anar, çok över. [Bu da zâten îmânının gereğidir. Çok sevmek, kâmil mü’min olmanın da alâmetidir.] Çünkü, başta “Sahîh-i Buhârî” olmak üzere, birçok hadis kitabında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” buyuruldu. Ya’nî o kişinin îmânı kâmil, olgun olmaz.

Akde bağlı hayvanlar

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 21 - 2010 Yorum Ekle

muammererkulAkde bağlı hayvanlar

 Muammer ERKUL

(Akit denen şey; “anlaşma, sözleşme, düğümleme, düğümlenme, karşılıklı bağlanma” anlamlarına gelir…)

Bizler, hayatımız boyunca derdinden kurtulamayacağımız bir “hayvanı” içimizde gezdirmek ama dışımızdan beslemek zorundayız! Bu zor işin en kolay yolu ise; birbirinden hoşlanabilen kişilerin akit, yani karşılıklı anlaşma yapmasıdır: “Ben senin hayvanını besleyeyim sen de benimkini besle!” Bundan akıllıcası hangi iş olabilir?

Fakat anahtarı eline almışsan kapıyı açacaksın! Her ahırın hayvanı farklı iştah, güç ve hırsta olabilir, öğreneceksin. Çünkü onu açlıkta bırakmak, akitleştiğin sahibini çaresizliğe terk etmektir! (Bundan zevk alanlar ise, verdiği zulmün günahıyla beslenenlerdir!)

*

Kendi karnı acıkınca sofraya ekmek çıkarabilecek kadar zekâsı olan birinin; cebinde tuttuğu anahtarın mesuliyetini bilmezden gelmesinin mazereti ne olabilir? Baban iflas edince, annen hastalanınca, birine kızınca, çeşitli sıkıntılar gelince elbette mutfağı kilitlemiyorsun!.. Bir fabrikaya müdür olmaya çalışman, maaşını geç alman, arabayla takla atman, elbette dert… Ama bu; sahibiyle anlaşma yaptığın ve cebindeki anahtarla hapis tuttuğun “hayvanın” ilelebet derdi değil!..

Beğenmediğin dağlılar, cahil gördüğün köylüler bile ilk önce şunu öğrenir: Boynunu bağladığın hayvanın boğazını doyuracaksın. Anahtarı almakta mecbur değildin, ama istendiğinde kullanmak konusunda mesulsün!

*

Bizler, yani içimizdeki “hayvanı” dışımızda doyurmak zorunda olanlar. Bunun meşru yolu olarak da; “ben senin hayvanını besleyeyim sen de benimkini besle” diye akitleşenler… O mahlûk bizden hakkını alamazsa mesulüz, bu yüzden kaçıp sağa sola saldırırsa da mesulüz… En fazla da, bu akdi yaptıktan sonra (farkında olmadan veya sinsice) perişan etmeye başladığımız “ortağımızın hakkı” var sırtımızda. Veya…

Acaba aklımız ne kadar başımızda?

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=434069

Emitt 2010 Sakarya ve Gerçekler

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 21 - 2010 Yorum Ekle

resim5Emitt 2010 Sakarya ve Gerçekler…

 Mehmet TAŞTAN

11 – 14 Şubat 2010 tarihleri arasında İstanbul Beylikdüzü TÜYAP’ta düzenlenen 14. Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarına (EMITT) ziyaretçi olarak katıldık…

Sektörün içerisinde olmamız sebebi ile uzun yıllardan beri her yıl düzenlenen bu fuarı mutlaka ziyaret eder, sektördeki gelişmeleri yakından takip ederim. Geçen yıl elverişsiz hava şartları sebebi ile ziyaret edememiştim, bu yıl tekrar fuarı gezme fırsatı bulduk. Gördüğüm kadarı ile fuar söylenilenlere göre geçtiğimiz yıllara oranla bir büyüme gösteriyor gibi gözükse de kan kaybediyor…

İlk düzenlendiği yıllarda Turizm Sektörü faaliyetlerinin tamamına içinde yer veren fuar, son yıllarda tamamen devlet destekli sektörün tanıtım ve pazarlama bölümüne odaklanmış bir izlenim veriyor…

Fuara 81 vilayet, ilçeler, belde turizm il müdürlüklerinin ve temsilciliklerinin yaptıkları faaliyetlerle ilgili kendi tanıtımlarını içeren ,yılda bir defada olsa bu birimlerin faaliyet yapma güdüsünü harekete geçiren bir yapı haline gelmiş…

Bunun yanı sıra fuara davet edilen 60’a yakın yabancı ülke katılımcıların birçoğu da yine devlet destekli bir katkı ve katılım yapmışlar gibi gözüküyor…

Turizm Sektörünün ciddi bir organizasyonu gibi gözüken fuara sektör profösyenellerin ziyaret ettiği ilk gün ve tam açılış saatinde katıldık… Stantların bazıları henüz daha açılmamış, stant kurulumları tamamlanmamış, stant numaraları farklı farklı dizayn edilmiş, ayrıca katılımcıların birçoğu kiralama yapılan stant bedellerinin gün geçtikçe uçuk rakamlara ulaştığını hizmetin ise yetersiz olduğunu söylüyorlar…

 Emitt’in  Uluslar arası fuar kapsamında olması gereken yere gelmesi bu şekilde giderse biraz zor gibi gözüküyor…

Sakarya’mıza gelince…

Sık sık ziyaret ettiğim bu fuara Sakarya’mız geçtiğimiz yıllarda, ya Sakarya Üniversite’sinin standı, ya da Karasu, Sapanca, Taraklı, gibi ilçelerimizin açılan stantları ile yetersiz bir temsil ile yer alırdı. Diğer illerin tanıtım stantlarını ve bu tabloyu gördükçe hep ah etmişimdir. Neden ciddi bir konsensüs oluşmaz ve hep birlikte Sakarya’mızı tanıtıcı ciddi bir şeyler yapmayız diye…

Bu düşüncelerimi çok kez bu sütunlarda dile getirmişimdir…

Çok çok geç kalmış olsakta, bu yıl farklı bir yapılanma oldu… İl Kültür ve Turizm Müdürlüğümüzün yoğun gayretleri ile ilimiz de oluşturulan Sakarya Turizm Platformu yaptığı çalışma ile bu yıl Sakarya’mızı bu fuarda en etkin bir şekilde tanıtmak için yoğun bir çaba sarf etti. Fuara katılmak isteyen katılımcıları bir çatı altında toplama başarısını gösterdi… Daha geniş bir katılım sağlanabilirdi ama olsun… Sayın Valimiz, Büyükşehir Belediye, ilçe Belediye ve sivil toplum kuruluşu başkanlarımız, yerel medya temsilcileri bu faaliyete etkin bir destek verdiler…

Sakarya’mızın tanıtımı ilimize yakışır oldu her ne kadar ilçelerimizin isimleri stant üzerinde yer alsa da Sakarya ismini unutmuş olsakta birlik olmak, birlikte Sakarya için hareket etmek, gayret göstermek güzel oldu…

Sakarya’mız için bu yıl her şey güzel idi…

Fakat EMİTT 2010 geçtiğimiz yıllara göre etkinliğinden çok uzaktı…

 

 

Haftaya görüşmek üzere…

http://www.medyabar.com/koseyazilari/1355/emitt-2010-sakarya-ve-gercekler8230.aspx

http://www.akyazihaber.com/yazidetay.php?id=29

MHP deki politik ve sosyolojik değişim

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 15 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

İsmail KAPAN

MHP’deki politik ve sosyolojik değişim…

            

Milliyetçi Hareket Partisinin yönetim katından, son zamanlarda, peş peşe çok sert ve sivri çıkışlar zuhur ediyor… Genel Başkan Bahçeli’nin üslubu, esasen Temmuz 2007 seçimlerinden bu tarafa, olağan dışı bir değişim gösteriyor. Özellikle son haftalarda bu sertliğin dozu hayli ürkütücü! Oysa daha önce, ülkücü gençliği sokak hareketlerinden ve her türlü kanun dışı eylemden alıkoymak için; sergilediği devlet adamlığı tavrı ve tam da yerinde aldığı liderlik inisiyatifi ile, Devlet Bahçeli toplumun her katmanından takdir toplamıştı.

Fakat ne olduysa, şu sıralarda bunun tam aksi bir görüntü veriyor Sayın Bahçeli!.. Hükümetin “açılım projesi”ni deklare etmesiyle birlikte, “Gerekirse dağa çıkarız…” türünden, son derece hayret verici bir beyanda bulundu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çeyrek asrı aşkın zamandır dağdaki silahlı teröristleri indirmek için didinirken; MHP Liderinin dağa çıkmaktan bahsetmesi, doğrusu izahı kabil olmayan bir durumdu.

Sayın Bahçeli’nin tuhaf çıkışları bununla da sınırlı kalmadı. Meclis’teki utanç verici kavgadan sonra, Bahçeli hem iktidar partisine ve hem de bazı medya organlarına karşı, şimdiye kadar pek görülmemiş bir üslupla yüklenmeyi sürdürdü. AK Partilileri, kendi sıralarına bir metreden fazla yaklaşmamaları konusunda açıkça tehdit etti. Meclis’teki kavgayı ele alış biçimleri yüzünden Çalık, Karamehmet, Ciner ve Doğuş Grubu medya organlarına da; (Bu yaptıklarınız ülkücü irade tarafından unutulmayacak…) biçiminde çok net bir gözdağı verdi.

Aynı şekilde yaptıkları haberlerden ötürü, Vakit ve Taraf gazeteleri, MHP lideri tarafından doğrudan hedef alınarak tehdit edildi…

Bütün bu gelişmelere paralel olarak, MHP hakkında da medyada çok sayıda yorum yer aldı. Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan, Yasin Doğan mahlasıyla Yeni Şafak’ta (11 Şubat) yazdığı makalesinde, MHP’de faşizan eğilimlerin öne çıkmasından bahsetti. Aynı şekilde, Ahmet Altan Taraf’ta MHP hakkında iki tane çok sert yazı yazdı. Taha Akyol da (Milliyet-11 Şubat), eski bir mensubu olarak, MHP’nin bugünkü konumu ve Devlet Bahçeli’nin üslubu konusunda uyarılarda bulundu.

Fakat bana göre, son zamanlarda siyaset sosyolojisi açısından; MHP hakkındaki en dikkat çekici analizi Prof. İhsan Dağı (Zaman-11 Şubat) yaptı…

Kimi kanaatlerin aksine, “Osman Durmuş MHP’nin yeni kimliğini, toplumsal tabanını ve siyasetini gayet iyi temsil ediyor” diyen Dağı; MHP’nin hem tavanda hem tabanda geçirdiği dönüşüme dikkat çekiyor ve Partinin “… emekli valiler, emniyet müdürleri, paşalar, Oktay Vural ve Mehmet Şandır…” gibi kişilerle temsil edildiğini belirtiyor ve MHP’ye, “Mukaddesatçı-milliyetçi” bir temsilden ziyade, devletçi bir refleksin egemen olduğunu ifade ediyor. Şöyle devam ediyor:

“Oysa … 27 Mayıs darbesinde oynadığı rolüne rağmen, Türkeş zamanında MHP’nin temsil ettiği kitleler, Cumhuriyetin elitini değil, yönetimden dışlanmış yoksul ve muhafazakâr Anadolu’yu temsil ediyordu…”

“…Mukaddesatçıların kopuşu MHP’yi sekülerleştirdi. Sekülerleşen ve dindarlarla arası açılan MHP’ye kentli, eğitimli ve laikçi ulusalcılar ilgi göstermeye başladı…” diye analizini sürdüren İhsan Dağı, şu sonuca varıyor: Bugünkü haliyle “MHP artık ulusalcı, laik ve Akdenizli bir hareket.”

Özetlersek, MHP’de büyük bir değişimin yaşandığı inkâr edilemez…

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=433494

1 METRE

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 15 - 2010 Yorum Ekle

resim5

Mehmet Taştan

1 METRE…

 

Önce peygamber efendimiz ile başladı tartışma…

Gereksiz izan, insaf kabul etmeyecek bir şekilde…

Bu hafta her şey normale döner diye bekledik…

Gittikçe işler çığırından çıkmaya başladı…

Bahçeli, Meclis’teki kavgayı “9. Haçlı Seferi”ne,

MHP’li vekillere saldıranları da “Haçlı kalıntıları”na benzetti.

Meğerse haçlı ordusu meclisin içine bile girmiş haberimiz yok…

Sayesinde öğrenmiş olduk!

Bahçeli konuşmaya devam etti…

“Şimdi burada Meclis’te bulunan herkese sesleniyorum, Milliyetçi Hareket’in sıralarına 1 metre yaklaşan bundan sonra görecektir”

M.H. P Genel başkanı böyle istiyor…

Milletin vekillerinden bunu talep ediyor…

Yanımıza yaklaşırsanız ‘’kafanızı kıracağız, gözünüzü patlatacağız ‘’demek istiyor…

Olur yaklaşmayız…

Kapınızdan içeri bile girmeyiz…

Siz yeter ki öyle isteyin…

Unutmayın…

Onlar ve siz meclistekiler bizim vekillerimizsiniz…

Sizin siyaset anlayışınıza gurban olayım…

Medyada nasibini aldı…

Bahçeli, “Biz kimseden partimizi övmesini, desteklemesi aramıyor ve istemiyoruz. Partimize yönelik saldırıları tarafsız bir gözle yorumlanmasını da artık beklemiyoruz. Ancak, hiç değilse vicdanın, izanın ve insafın kırıntısı kalmış olanlardan doğruları ve gerçekleri yazmalarını ve yorumlamalarını bekliyor ve takip ediyoruz”

Doğru artık hiçbir şeye ihtiyacınız kalmadı…

Kimseye bir muhtaçlık yok…

Bir tek doğruyu siz söylüyorsunuz…

Yazan, çizen herkes işkembe-i kübradan sallıyor…

Değerli gönüldaşlarım…

Meclisteki son dönem yaşananlar hiç hoş değil…

Yaşananlar, yapılan bu söylemler M.H. P’ye bir fayda getirmez…

M.H. P’de tavan ve taban arasında iletişimde uçurumlar var…

Milletten uzaklaşma, statükocu politika ile bir yere varılmaz…

Geçmişte görev aldığımız, içinde büyüdüğümüz teşkilatın bu durumu,

Bizleri ve bizim gibi düşünleri derinden incitiyor…

M.H. P tez elden kendisine bir çeki düzen vermeli…

1 Metre olmasa da hepimizin gideceği yer iki metreyi geçmez…

İki metre, dört duvar içerinde kaldığımızda hayırla yâd edilmek istiyorsak…

Bırakın mezarımıza bir metre herkes yaklaşıp duasını etsin…

Millete mal olmuş liderler gibi…

Rahmetli Başbuğ gibi…

Muhsin gibi…

Allah rahmet eylesin.

 Haftaya görüşmek üzere…

Türk milletinin % 40’ı akıllıdır

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 15 - 2010 Yorum Ekle

muammererkul

Muammer ERKUL

Türk milletinin % 40’ı akıllıdır

 

?Baba ve dedelerinizin suretleri yanına kendi fotoğraflarınızı da ekleyin. Çünkü yakın gelecekte: “Bu topraklarda Türkler yaşardı. İşte bunlar onların son temsilcileri” diyecekler!

İmparatorluklar mimarı olan bir büyük millet Türkler, ama illaki başında lider isteyen. Destandaki gibi bir “kurt” bile olsa, ancak yol göstericisini bulduğu zaman yürüyen ve o zaman da önünde durulmayan bir taşkın sel… Durulduğu zaman ise su gibi!

Üst’ünden gelen her söze baş eğen ve sorgulamadan kabul eden başka kim var?..

*

Bu kısma dikkat edin: Ordular hastalık kaparak kırılmasın diye birinci dünya savaşında askerlere dağıtılan kondomlar (prezervatif), şeytanın aklına gelmeyen bir şeytanlığı düşmanlarımızın aklına düşürdü. Ve Türk milletinin başına tünemiş “sayın”lara şöyle dedirttiler ki: “Çok çocuk yapmak çok ayıptır, bunları kullandırın!”

Sadece Türk milletinin, hem de % 60 gibi büyük bir kısmı; “peki efendim” diyerek derhal korunmaya başladı. Bu kampanyalar o hale gelmişti ki, bizler çocukken; “kaç kardeşsiniz” sorusuna cevap vermekten ciddi olarak utanırdık.

Bir Amerikan vatandaşına, Brezilyalıya, Alman’a, Norveçliye, Moğol’a, İranlıya “çocuk yapma” dediğini işittiniz mi hiç kendi hükümetlerinin? Peki bir Laz’ın, Arap’ın, Kürt’ün böyle bir dayatmaya “olur” diyeceğine inanabilir misiniz? Peki Türkler (en azından % 60’ı) neden buna inanır?

*

Sonuç: Yarım asırdır gâvur kondomlarına doldurulup, ağzı düğümlenerek çöpe atılanların sayısı, Atilla’nın da, Fatih’in de, Atatürk’ün de ordularından daha fazladır!

Soru: “Doğurmak ayıptır” takıntısını kafasına kazıyan veya hiç doğurmadan menopoza giren kadın sayımız acaba kaçtır? Beyin yıkamalarla geçen 40 yıl sonunda Türkiye kadınlarında doğum oranı 2’ye kadar gerilemiş. Acaba sadece Türk kadınlarında bu ortalama kaçtır?

Özet: Türk milleti kendi topraklarında azınlık oldu, olacak!..

s119790583808_5224

Ramazan AYVALLI

Resûlullah Efendimiz, Medîne’de ilk defa kime misafir oldu?

 

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medîne-i münevvere’yi teşrîf buyurunca, devesini serbest bıraktı. Deve ilk defa iki yetîme âit bir arsaya çöktü ve çok durmadan kalktı. Biraz yürüdükten sonra tekrâr aynı yere gelip çöktü. Burası, Peygamber Efendimizin dayıları olan Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin evine yakındı. Peygamberimiz, bu zâta misâfir oldu.

Ensâr (Medîneli Müslümânlar), dînleri için vatanlarını terk eden muhâcir kardeşlerini barındırdı, evlerinde misâfir etti, onlara iş buldu, mülklerinden yer verdi ve her yardımı yaptılar. Bu tür fedâkârlık ancak İslâm kardeşliğinde vardır. Nitekim Allahü teâlâ meâlen: “Ancak mü’minler kardeştirler” (Hucurât sûresi, 13) buyurarak, gerçek sevgi ve samîmiyetin maddî menfaatle değil, îmânla, inançla var olabileceğini beyân buyurmuştur. Bu da açıkça Ensâr ile Muhâcirîn’in arasında görülmektedir.

Medîne’ye hicretin, İslâm târihinde büyük önemi vardır. Hicret’ten sonra Müslümânlığın kolayca ve sür’atle yayılması sağlanmış, İslâm dîninin merkezi Mekke’den Medîne’ye nakledilmiş oldu…

Mekke’deki bir avuç garip Müslümânlar, Medîne’de bir devlet kurmuşlardı. Cihâd emri burada geldi. Medîne’deki kabîleler arasındaki kin ve düşmânlık kalktı, yerini İslâm kardeşliği ve sevgisi aldı. Hicretten sonra İslâmiyet sür’atle yayıldı.

Medîne üzerine yürüyen müşrik orduları, yapılan savaşlarda hep mağlûb edildi. Daha sonra Mekke de fethedildi. İslâmiyet Arap Yarımadasının her tarafına yayıldı. Bundan sonra da İslâm orduları asırlar boyu, dünyânın dört bir yanına bir îmân seli gibi aktılar. İslâm nûrunu dünyânın her tarafına yaydılar.

Bu vesîleyle târihteki bazı göçlerden de bahsedelim:

Dînî, iktisâdî, siyâsî, ictimâî (sosyal) ve diğer sebeplerle insan topluluklarının bir yerden bir başka yere gitmesi “HİCRET (GÖÇ)” diye isimlendirilmektedir. Ferdî sebep ve maksatlarla yer değiştirmeye ve bu esnâda nakledilen eşyâların hepsine de “göç” denmektedir…

Bir târih nazariyesine göre, M.Ö. 3000-4000 yıllarında Orta Asya’da yaşayan kavimlerin şiddetli ve uzun süren kuraklık sebebiyle doğuya, kuzeye, batıya ve güneye gitmelerine; “KAVİMLER GÖÇܔ denmektedir. Kitaplarda, bu göçün siyâsî, sosyal ve kültürel neticeleri üzerinde uzun uzun durulmaktadır.

Aynı bölgede M.S. 6. yüzyıldan i’tibâren başlayan ve asıl ağırlığı batı istikâmetinde olan TÜRK GÖÇLERİ, 17. yüzyıla kadar devâm etmiş; İran, Anadolu ve Balkanlar’dan geçerek Avrupa ortalarına ulaşmıştır.

Türkler, geçtikleri yerlerde birbirlerinin devâmı olan devletler kurmuşlar, böylece Orta Asya içlerinden Avrupa ortalarına uzanan kültür ve medeniyet mîrâsları ve yerleşik Türk boyları ile bir Türk dünyâsı meydâna getirmişlerdir. Bu göçler sırasında Türklerin bir kolu, Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Avrupa ortalarına gelmiş, burada Avrupa Hun Devletini kurup, bir müddet yaşadıktan sonra diğer yerli kavimlerin arasında Hıristiyanlaşarak, eriyip gitmişlerdir.

Orta Doğu üstünden Mısır’a doğru yol alanlar da, kurdukları çeşitli devletlerden sonra Osmanlı Devleti içinde yer almışlardır. Gerek bunların ve gerekse Anadolu’ya gelen Türk boylarının en büyük tâlihi, İslâmiyeti kabûl etmeleridir. 9. ve 10. yüzyıllardan i’tibâren boylar ve kitleler hâlinde Müslümân olan Türkler; bugünkü Îrân, Âzerbaycân, Hindistân, Irâk ve Anadolu’da kurdukları güçlü devletlerle, hem kendi hayâtiyetlerini korumuşlar, hem de kazandıkları zaferlerle İslâm dünyâsına yeni bir çehre kazandırmışlardır.

Böylece başlayan Türk-İslâm devletleri devri, Osmânlı Devleti bünyesinde bütün İslâm dünyâsının tek ve birleşik devleti hâline gelerek 20. yüzyıl başlarına kadar devâm etmiştir.

Osmânlı Devletinin son zamanlarında, “Doksanüç Harbi” adıyla meşhûr 1877-78 Osmânlı-Rûs savaşları esnâsında, Tuna boylarında, Balkanlar’da ve Kırım’da yaşayan Türklerin, eşi görülmemiş Rûs ve Hıristiyân zulmü, vahşeti karşısında Anadolu’ya yaptıkları toplu göç, “93 Muhâcerâtı” olarak bilinir ve teessürle hâtırlanır.

1950’li yıllarda, Komünist idârelerin şiddetli tazyik ve zulmüne dayanamayan Müslümân-Türklerin, Balkan ülkelerinden (Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan) ve Rusya’dan Türkiye’ye toplu olarak yaptıkları göçler de, son yılların hâfızalarda yaşayan göç hâdiselerindendir…

Can Yücel

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 7 - 2010 Yorum Ekle

gunun_sozu

Mal beyanını şöyle bildiriyor şair Can Yücel;

“Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen. Gökyüzünde bir bulut. Bitlis’te beş minare… Palandöken’de bir palan iki döken… Dünyada mekan, ahirette iman… Denizde kum… Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht… Çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı… Bir adet ağaç gölgesi… Üç kuş kanadı sesi… Bir marmara denizi…Anne babadan kalma, yarısı yaşanmış bir ömür…”

Evet, denizlerin sahibi de olsan bırakıp gidiyorsun bir gün…


Copygiht © 2009 www.mehmetastan.com Mehmet TAŞTAN Kişisel Web Sayfası - Web Tasarım