24 Nisan 2024, Çarşamba 22:47:59 İletişim Formu

s119790583808_5224

Ramazan AYVALLI

Mekke, Hicret’ten sadece sekiz sene sonra fethedilmiştir

Bilindiği gibi, aralık ayının ortalarında “Hicret-i Nebeviyye”nin, ocak ayının başında da “Mekke’nin Fethi”nin birer sene-i devriyelerini daha idrâk ettik.

İslâm târihinde, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye göçü ve Hicrî târihin başlangıcı olan “Hicret”, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir.

Hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir.

PEYGAMBERİMİZ VE SAHÂBENİN HİCRETİ

Kıyâmete kadar nesh edilmeden (değiştirilmeden) bâkî kalacak tek ve en son dîn olan İslâmiyette, hicret hâdisesi ile “Devlet” olmaya doğru ilk adımlar atılmıştır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbı [ilk Müslümânlar], doğdukları topraklar olan Mekke-i mükerreme’de kendilerine ve dînlerine tanınmayan hayât hakkını, hicret ettikleri Medîne-i münevvere’de bulmuşlar, burada çoğalıp, güçlenmiş ve kuvvetlenmişler, bilâhare Mekke’yi ve Arabistân Yarımadası’ndaki birçok beldeleri fethetmişler, böylece ilk “İslâm Devleti”ni kurmuşlardır.

Bundan sonradır ki, önünde durulmaz İslâm orduları, asırlar boyu dünyânın dört bir tarafına bir îmân seli gibi akmışlar, İslâmiyetin nûrunu yeryüzüne yaymışlardır. Böylece İslâm medeniyeti, bâtıl dînlerin, zulmün, hakâretin ve ilimde, teknikte geri kalmışlığın pençesinde inleyen insanlığı emniyete, adâlete, râhata, huzûra, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturmuştur.

Hicret’ten evvel Peygamberimiz İslâmiyeti, önce yakın akrabâsına anlatmıştı. Müslümân olanların sayısı çok azdı. Müslümân olanlar da Mekkeli putperest müşriklerden çok işkence ve eziyet görüyorlardı. Peygamberimize İslâmiyeti açıkça anlatmasını emreden “Emr olunduğun şeyi apaçık bildir. Müşriklerden yüz çevir” (Hicr sûresi, 93) meâlindeki âyet-i kerîme gelince, açıkça İslâmiyete davet başladı. Bunun üzerine müşriklerin düşmânlıkları daha da arttı. Eziyet ve işkencenin sonu gelmiyor, gün geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Mekke, Müslümânlar için yaşanmaz bir şehir hâline gelmişti. 615 yılında Peygamberimizin müsâadesiyle, Müslümânlardan 10 erkek ve 5 kadın, bundan bir yıl sonra da Ebû Tâlib’in oğlu Ca’fer-i Tayyâr başkanlığında 82 erkek ve 10 kadın daha Habeşistân’a hicret ettiler. Orada râhat ve huzûra kavuştular.

İslâmiyetin günden güne yayılması üzerine şaşkına dönen müşrikler, bu sefer de Müslümânları, Ebû Tâlib Mahallesinde kuşatma altına aldılar. Giriş-çıkışı yasakladılar. Yiyecek, giyecek ve hiçbir ihtiyâç maddesi sokmadılar. Üç sene büyük sıkıntılara mâruz bıraktılar.

Mekkeli müşriklerin her gün artan düşmânlık ve zulümlerine rağmen, Müslümânların sayısı gittikçe artıyordu. Peygamberimiz hak dîni, insanlara duyurmaya ve öğretmeye sabır ve yumuşaklıkla devâm ediyor, karşılaştığı herkese, Allahü teâlâya îmân etmelerini, kendinin “Allah’ın Resûlü” olduğunu, putlara tapmaktan vazgeçilmesini anlatıyordu.

MEDÎNE’DEN GELİP MÜSLÜMÂN OLANLAR

620 senesi hac mevsiminde, Medîne’den gelenlerden 6 kişi Müslümân oldu. Bir sene sonra 12 kişi olarak geldiler ve “Akabe” denilen yerde Peygamberimize bîat ettiler. 622 yılı hac mevsiminde de, 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişi, “Akabe Bîatı”nı yaptılar. Peygamber Efendimizin uğrunda canlarını seve seve fedâ edeceklerine söz verdiler ve Medîne’ye döndüler. Peygamber Efendimizi de Medîne’ye da’vet ettiler. Bundan sonra İslâmiyet, Medîne’de sür’atle yayıldı.

İkinci Akabe Bîatını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl aldı. Müslümânlar için Mekke’de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber Efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâade istediler. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib(Medîne)’dir. Oraya hicret ediniz” ve “Orada Müslümân kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ, onları size kardeş yaptı. Yesrib’i (Medîne’yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı” buyurdu. Resûlullah Efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine Müslümânlar, Medîne’ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar…

Hicretten alınacak bazı dersler…

Müslümânlar her fırsattan istifâde ederek Medîne’ye hicrete devâm ettiler. Bu arada Hazret-i Ömer, bir gün kılıcını kuşandı, yanına oklarını ve mızrağını alıp Kâbe-i muazzamayı açıkça tavâf etti. Orada bulunan müşriklere yüksek sesle şunları söyledi: “İşte ben de dînimi korumak için, Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetîm bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın!”

Böylece Hazret-i Ömer ve yanında yirmi kadar Müslümân, güpegündüz açıktan Medîne’ye doğru yola çıktılar. Onun korkusundan bu kâfileye hiç kimse dokunamadı. Daha sonra Eshâb-ı kirâmdan diğerleri de hicrete devâm ettiler.

Bu arada Hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûlullah Efendimiz; “Sabreyle; ümîdim odur ki, Allahü teâlâ bana da izin verir; berâber hicret ederiz” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr, “Anam-babam sana fedâ olsun. Böyle ihtimâl var mıdır?” diye sordu. Resûlullah da, “Evet vardır” buyurunca çok sevindi. Sekiz yüz dirhem vererek hemen iki deve satın aldı; beklemeye başladı.

MÜŞRİKLER TELÂŞA KAPILDILAR!..

Diğer taraftan Medîneliler (Ensâr), hicret eden Mekkelileri (Muhâcirleri) çok iyi karşılayıp, evlerinde misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydâna geldi. Resûlullah’ın da hicret edip, Müslümânların başına geçeceği ihtimâliyle Mekkeli müşrikler telâşa kapıldılar…

Mekkeli müşrikler, mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri “Dârün-nedve”de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Bu toplantıya, şeytân da düzgün kıyâfetli olarak, “Şeyh-i Necdî” [yâni Necd’li bir ihtiyâr] kılığında katılmıştı. Çeşitli teklîfler öne sürüldü. Hiçbiri beğenilmedi. Kendisine söz verilen [Şeyh-i Necdî kılığındaki] şeytân onlara, “Sizin düşündüklerinizin hiçbiri, O’na karşı çâre değildir. Çünkü O’nun öyle güler yüzü, tatlı dili vardır ki, her tedbîri bozar. Başka çâre düşününüz” diyerek fikrini söyledi.

Kureyş’in reîsi ve en azılı İslâm düşmânı olan Ebû Cehil, “En doğru fikir şudur ki, her kabîleden birer kuvvetli kimse seçelim. Her biri ellerinde kılıçları ile Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine saldırsın. Kılıcı vurup kanını döksünler. Böylece kimin öldürdüğü belli olmaz. Zarûrî olarak diyete râzı olurlar. Biz de O’nun diyetini verir, bu sıkıntıdan kurtuluruz” dedi. Şeyh-i Necdî de bu fikri beğendi ve harâretle tasdîk etti…

Onlar bunun hâzırlığı içindeyken, Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize hicret emrini verdi. Cebrâîl (aleyhisselâm) gelerek müşriklerin karârını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Alî’ye kendi yatağında yatmasını ve Mekkelilerin kendisine bıraktıkları emânetleri sâhiplerine vermesini söyledi. Geceleyin, Yâsîn sûresinin ilk dokuz âyetini okuyarak, kendisini öldürmek için evini sarmış kâfirlerin üzerine bir avuç toprak saçtı ve evinden çıktı. Müşriklerden hiç kimse onu göremedi.

Safer ayının yirmiyedinci (Perşembe) günü, Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekr, yanlarına bir miktar yiyecek alarak, bir kılavuz ile birlikte yola çıktılar. Bir sâatlik mesâfedeki Sevr Dağında bulunan mağaranın önüne geldiler.

HAZRET-İ EBÛ BEKR’İN MAĞARA’YA GİRMESİ

Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah’tan izin alarak Mağara’ya önce kendisi girdi, içeriyi dikkatlice gözden geçirdi. Gördüğü çok sayıdaki yılan ve akrep deliğini, gömleğini parçalayarak kapattı. Açık kalan bir deliği de ayağıyla kapayıp, Peygamber Efendimizi içeri da’vet etti. Resûlullah’ın içeri girmesini müteâkip Allahü teâlânın emriyle bir örümcek kapıya ağını ördü ve bir çift güvercin de kapı önüne yuva yaparak yumurtladı.

Eve girip de Peygamber Efendimizi yatağında bulamayan müşrikler, her tarafı aramaya başladılar. İz tâkib ederek mağaranın önüne geldiklerinde, bir örümceğin mağaranın ağzını örmüş ve bir güvercinin de yuva yapmış olduğunu gördüler. İçeriye bakmadan geri döndüler.

Allahü teâlâ, bu mu’cize ile Peygamberini ve O’nun arkadaşı Hazret-i Ebû Bekr’i müşriklerin kötülüklerinden korudu. Ayaklarının ucuna baksalardı, her ikisini de göreceklerdi. Bu durum karşısında, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) için endişelenen Hazret-i Ebû Bekr’i Peygamberimiz teselli ediyor ve ona; “… Üzülme, Allahü teâlâ bizimle berâberdir…” (Tevbe, 40) diyordu.

Nağme ve nağmeler

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 7 - 2010 Yorum Ekle

muammererkul

Muammer  ERKUL

Nağme ve nağmeler

Müziğe ne kadar yakın durduğumuz, kendimiz için önemli. Fakat yayınlanan müziğin “ne” olduğu, memleketimiz için önemli. Çünkü ezberleniyor, içindeki mesajlar hızla kopyalanıyor…

Yıllardır, bayırı aykırılayan caddelerin kenarında yaşar gibiyiz! Penceremizi her açtığımızda; ya yokuş aşağı kontak kapatmış bir ahmağın yeline çarpmakta… Veya rampaya vurmuş yağsız kamyonların paralanma sesinden muzdarip içeri kaçıyoruz!..

*

Sanat, en başta; her şeyin yerli yerinde olma halidir. Duyguların kabız veya ishal durumuna “müzik” denmez!.. Pis kokan, tırmalayan, zehirleyen, istikbale tuzaklar kuran; yabancı kültür çakması bir yığın gürültüye mecbur edilmek, ne acı! Ki üstelik bunlardan çoğu, kalmak için değil de “bizim olanla aramıza girmek için” üretilmişti sanki!..

Yolda koltuk değneği buldu diye kendi bacağını kesmeye çalışana ne denir?..

*

İçimde birikmiş bu can sıkan cümleler aslında bir ümitten, sevinçten dökülüyor. Yurt içi ve dışında ciddi, hızlı ve gayet lüzumlu ataklar yapan TRT; “Nağme” isimli radyo kanalıyla da yayına girdi ve günün her saatinde Klasik Türk Müziği yayınlamaya başladı.

Eski tadı bilenler bîzar olmuş, gürültüden bitap düşmüştük… Türk müziği denen yüksek sanatın; ilk önce eğitim, terbiye, kültür, ilham, duygu, ince işçilik, estetik ve sair gailelerden mürekkep olduğunu hatırlayanlar; ezgilerin peşine yeni düşeceklerin, müzik yolculuğunda bütün bunlardan bîhaber olacağından endişeliydik…

*

Geç kalmış bile olsa TRT Nağme hoş geldi. Bu önemli kadronun başta yöneticilerini, yapımcılarını ve yayın görevlilerini tebrik ediyorum.

Şahsî mutluluklarımdan biri ise; Nağme ekibinde Sırrı Er de var. Güzel Türkçesi ve kalıcı olma azmini eserleriyle de ortaya koyan sevgili arkadaşım, usta radyo-tv sunucusu Sırrı, Nağme’nin İstek Saati’nde program sunuyor. Bir ses kalitesi, bir üslup, bir özen; Sırrı Er de TRT Nağme’ye yakışıyor…

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=432738

MECLİSTE KAVGA

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 4 - 2010 Yorum Ekle

resim5MECLİSTE KAVGA…

 MehmetTAŞTAN

Yine kavga, yine kavga…

TBMM Genel Kurulu’nda vekillerimiz kapıştı…

Neden yine ne oldu mu diyorsunuz?

Gerekçeye bakıyorsun…

Kavga edenlere bakıyorsun…

İnsanın içi cız ediyor…

Yüreği burkuluyor…

Bir yanda Ak Parti, diğer yanda M.H. P,

Kendini bilmez bir partilinin yaptığı bir konuşmayı o kürsülere taşımaya gerek var mıydı eski bakanım, değerli vekilim Osman Durmuş.

“Peygamber gibi görünen Başbakan’ın eşini siz nasıl hastaneye almazsınız. Sizi gidi beyaz yakalılar sizi” sözü ile ne demek istediniz?

Meclis de gündeminiz ne idi?

Ama sosyal arenada gündem oldunuz…

Aklı başında insanlar bu e- (twitter) dünyada bakın sizi nasıl gördüler, yorumladılar…

_bertan_    Bir gün meclise girersem kabinemi boksörlerle dolduracağım. Bu kadar çok kavga çıkan bir yerde dayak yemek istemem

maliilicak    Mhp’li Durmuş’un başbakana Peygamber benzetmesini kınıyorum. Hem dini hem de insani açıdan büyük densizlik. Bel altından siyaset bang bang!!!

tariktoros    şimdi.. mhp’liler başbakan’ın eşine laf atmış oldular.. başbakan da namusuna söz söyletmedi.. bahçeli’nin yeni telaşı bu. Temizlemesi zor!

tariktoros    doğru.. başbakan, iki sene sonra gündem değiştirmek için gata mevzuuna girdi.. bilinçli iş.. siyaseten bakıldığında ise muhteşem bir manevra

tariktoros    uğur mumcu’nun eşi olabilirsiniz ama yönetici olamazsınız… başkan, hiç olamazsınız… bazı eşler, eşliğini bilmeli… ötesine geçmemeli…

cuneytozdemir    Ne kavgaymış be kardeşim…

ahmethc    Aşırı hassas ve aşırı kibar görünen insanların kibrinden Allah’a sığınırım… Bakınız: Bülent Arınç.

cuneytozdemir    Dün geceki TBMM Meydan Muhaberesinde tarafları sabırla dinledikten sonra vardığım nokta; ‘Al birini vur ötekine…’

ak partili bekir bozdağ,basın toplantısında “i…” dedi.niye dediği mühim değil.cezayı biz yiyecez nasılsa.canlı yayın mübarek,az dikkat!

maliilicak    Bırakalım Tayyip’i,Baykal’ı,Bahçeli’yi,Çevredeki sıkıntıları.Sevgi soluyalım,Dostluk verelim,Yumrukları değil El sıkmayı deneyelim!!!

tariktoros    mhp’liler konuyu saptırıyor.. mesele,kimin başbakana peygamber dediği değilki.. osman durmuş alenen hakaret etti,gata’yı savundu! konu budur

oncekelam    Akıl dizginlerini hissiyata kaptırınca, büyükler de câhiller gibi gülünç bir kavgaya tutuşurlar… Dün akşamki vekiller kavgası gibi.

Fazla uzatmaya gerek yok,

Yazılanları olduğu gibi aktardım…

Siz bizim vekillerimizsiniz anlarsınız!

 

Haftaya görüşmek üzere…

 http://www.akyazihaber.com/yazidetay.php?id=25

http://www.medyabar.com/koseyazilari/1310/mecliste-kavga8230.aspx

Akıl nimeti

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 4 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

M.SAİD ARVAS

Akıl nimeti…

 

Akıl, büyük nimettir ancak, tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Aklımızın ermediği şeyler pek çoktur…

 

Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Nasıl sayabiliriz ki; kavuştuğumuz, fakat bilmediğimiz nimetler, bildiklerimizden daha çoktur…

Bu nimetlerin büyüklerinden olan akıl nimeti, büyük önem taşır. Fakat o da tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Belli bir ağırlığı ancak kaldırabiliriz, daha ağır şeyler var ama, gücümüz yetmez.

Gözümüzle belli bir mesafeyi görebiliriz, kulaklarımız belli bir mesafeden sesi duyabilir. Burnumuz gene öyle… Aklımızın da ermediği şeyler vardır ve çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için, bizlere acıdı ve en büyük nimet olarak bizlere peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi…

 

ONLAR BİLDİRMESEYDİ!..

Aklımıza kalsaydı; iyi ile kötüyü, hayır ile şerri nasıl ayırt edebilecektik, gözlerimizle göremediklerimizi nasıl tanıyacaktık? Mesela: İmanın şartlarından biri olan meleklere imanı, nasıl elde edebilecektik? Rabbimizi ve O’nun sıfatlarını, kıyamet gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi onlar bildirmese idi, aklımızla ne zaman kavrayabilecektik?..

Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazla, bunlardan üç yüz on üçü resuldür. Hepsi imanın altı şartını (yani Amentü’yü) kavimlerine bildirdiler, bunlara iman etmeye onları davet ettiler. Bunun içindir ki; bu peygamberlerin birini inkâr, hepsini inkâr demektir.

Nuh aleyhisselam asırlarca kavmini imana davet etti. Bu uzun sürede yalnızca 80 civarında kişinin imanla şereflendiği rivayet olunmaktadır. Dokuz yüz elli yıl onlara mühlet verilmesi, yüce Rabbimizin en büyük ihsanıdır. Kullarına azap vermek istemiyor, ebedi saadete kavuşmalarını arzuluyor. Yoksa onlara bu kadar uzun süre tanınmazdı…

Nuh aleyhisselama peki diyenler, iman edenler, gemiye bindiler, boğulmaktan kurtuldular hem de Cennetlik oldular. İnatlarında ve küfürlerinde ısrar edenlerin ise hem dünyaları, hem de ahiretleri mahvoldu.

Kur’an-ı kerim, Nuh aleyhisselamın kavminin halini beyan buyururken; “Nuh kavmi peygamberleri yalanladı” ifadesi kullanılmaktadır. Halbuki o kavme Nuh aleyhisselamdan başka peygamber gönderilmemişti, yalnız onu inkâr etmişlerdi. Fakat onu inkâr bütün peygamberleri inkâr demekti…

Ad kavmi Hud aleyhisselamı, Semud kavmi Salih aleyhisselamı, Lut kavmi Lut aleyhisselamı inkâr ettiler. Bunlar için de ayrı ayrı “peygamberleri inkâr ettiler” ifadesi Kur’an-ı kerimde geçer.

Bütün peygamberlerin aralarında ayrılık olmaksızın bildirdikleri hususlar şunlardır:

1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman etmek, O’ndan başkasına tapmamak, insanların kendi elleriyle şekillendirip meydana getirdikleri ve kendisine dahi faydası olmayan taşlardan, ağaçlardan medet ummamak, onlardan bir şey beklememek.

2- Rabbimizin emirlerini, neleri yapmamızı, neleri yapmamamızı bildirdiler. Nasıl hareket edersek Cennete veya Cehenneme gireceğimizi öğrettiler. Onlar bildirmeseydi, biz kendi aklımızla bunları nasıl tespit edebilirdik?

3- Yaratılış gayesini onlardan öğrendik. Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış, bize hizmet etmektedirler. Bizi de O’nu tanıyıp O’na ibadet etmemiz için yarattığını bildirdiler.

4- Yaşamakta olduğumuz bu dünya hayatının geçici olduğunu, bir imtihan salonu olduğunu öğrendik. Gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu, o hayatın dünyadaki gibi kısa olmadığını, ebedi olduğunu ve yaptıklarımızdan hesap vereceğimizi, karşılığını göreceğimizi yine o mübarek zatlardan öğrendik.

 

EN GÜZEL ÖRNEK!..

Peygamberlerin insanlardan seçilmesi de ayrıca bir lütuftur. Meleklerden seçilseydi onları nasıl örnek alacaktık, onlar gibi nasıl hareket edebilecektik?

Onlar yemezler, içmezler, evlenmezler, uyumazlar. İnsanlarla mukayese edilemezler. Bizim gibi insanlardan olmaları onların hayatını öğrenip, onlar gibi davranmamızı mümkün kılmaktadır.

En güzel örnek, peygamberler içinde hayatı tespit edilen yegane peygamber Sevgili Peygamberimizdir (aleyhisselam).

O’nun sünnet-i seniyyesini öğrenip tatbik edebilene iki cihanda da saadet kapıları açılır…

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=432453

İlk yanışım değildi

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 4 - 2010 Yorum Ekle

muammererkul

Muammer ERKUL

İlk yanışım değildi 

İlk yanışım değildi ki!..

Pencerem tıklatıldı, kapım çalındı…

Bulunduğum yer, oturduğum zemin, yüksekliğim, genişliğim, biçimim, rengim, çevre düzenim, benle alakalıydı ama doğrudan benim eserim değildi.

Ben, memnundum halimden. Ne verilmiş ise o zaten istediğimdi ve aldığıma razı olmuştum sadece; böylece güzelleşmiştim…

*

İnfaza gidene ayna verilir mi, verilse de o alır mı?..

Güzel miyim, bilmiyorum ki; sadece her zamanki gibiyim!..

Hüküm: Her zamanki gibi olmak suçundan yanmaya mecbur olmak!..

*

İlk yanışım olmadığından, anlıyorum; bu son yanışım olmayacak!..

Çünkü söndürecekler. Alevler, dumanlar, kokular içinde inler, kıvranır, kavrulurken çığlıklar duyacağım ve birileri suyla, kumla, köpükle beni kemiren ateşi söndürecek.

Kurtulacağım gene; içimdeki birkaç oda hasarlı, yüzüm parça parça lekeli…

Belki sevdiğim bazı eşyalarımı çıkarıp atacaklar, perde ve döşemelerimi söküp değiştirecekler, dökülüp kabarmış boyalarımı kazıyacaklar… Zımparalayacaklar seni benden ve istesem de istemesem de rengimi yenileyecekler!..

Ben, her penceremin her camından ve canımdan süzülen damlalarla; son yangınımın da izlerinden kurtarılışımı yaşayacağım…

*

Sonra biri, tıklatılınca açtığım penceremin dibine eğilecek. Orada, yerde duran ve yanmış, bitmiş, iyece hafiflemiş olan kibrit veya çıradan artakalanı dikkatle tutarak;

“Büyük yangın idi çıkardığın, diyecek… Şimdi parmaklarımın ucunda, soğumuş ve dokunulsan küle dönmek üzeresin… Peki hani hayallerin? Hani ümitlerin, hani sevdan?.. Bu nedir sendeki? Hırs mı, inat mı, kıskançlık mı; ki sadece birkaç odasını yakmak için şu konağın… Böyle, kendini feda ettin ve nice güzellikleri başlamadan yok ettin?

Yazıklar olsun bize, gazeteci milletine

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 2 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

Hasan Cemal  

Yazıklar olsun bize, gazeteci milletine!

Abdi İpekçi, Abdi Bey, Milliyet gazetesinin efsanevi Genel Yayın Yönetmeni ve başyazarıydı.

Ve gerçekten büyük gazeteciydi.

Milliyet’i 1950’lerin başlarından alıp 1979’a kadar neredeyse tek başına yönetti. Her şeyine damgasını vurdu.

Abdi Bey yönetimindeki Milliyet Türkiye’nin en çok satan değil ama en etkili, en kaliteli referans gazetesi oldu. Yalnız siyaset meydanında değil, kültür ve sanatta, sporda, magazinde de ses getirdi.

Annem severdi Milliyet’i, Refi Cevat Ulunay’a, Burhan Felek’e düşkündü çünkü.

Ben ise çok kızardım Milliyet’e.

Özellikle de Abdi İpekçi’ye.

Hele başyazılarını hiç sevmezdim. 

Çünkü Abdi Bey, seçim sandığından sürekli olarak Demirel gibi ‘Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri’ni çıkaran çok partili demokrasiyi savunurdu.

Ayrıca, demokratik solcu Ecevit’e verdiği destek de bizi çıldırtırdı. Türkiye 1971’deki 12 Mart askeri darbesine doğru yol alırken, Ecevit’le İpekçi, bizim Devrim dergisinde savunduğumuz darbeci ve Baasçı devrimcilik anlayışımızın düşman ikizleriydi.

Abdi Bey’e çok çektirdik.

Kızı Nükhet İpekçi’ye yazdığı bir mektupta, hem kendisini hem benim gibilerini o tarihlerde gayet iyi tarif etmiş:

“Ben insanların özgür olmalarını, düşüncelerini, inançlarını, görüşlerini hiçbir baskı ile karşılaşmadan özgürce açıklayabilmelerini istiyorum. Bu özgürlüğü, yalnız kendi doğrultumdaki kimseler için değil, karşıtlarım için de savunmak gereğine inanıyorum.

 

Gazetenin yönetiminde tutumum, inançlarım doğrultusunda oldu. Solcu olmayan, solcular tarafından beğenilmeyen kimselerin de yazılarının yayımlanmasını engellemedim. Haberlerde de aynı politikayı güttüm. Sola karşı çıkanların demeçlerine ambargo koymadım.

İşte bu tutumum, beni kendilerinden sayan solcuları deli etti. Bu davranışımı hiç anlamadılar, hiç onaylamadılar ve beni döneklikle, kaypaklıkla suçladılar. Tabii bununla yetinmeyip çok daha ağır isnatlarda bulundular.

Hâlâ da bulunuyorlar.

Tıpkı sağdaki fanatiklerin yaptıkları gibi… Zaten, sağda ya da solda körü körüne angaje olmamış her gerçek aydının kaderi budur: Her iki yandan gelen suçlamalara hedef olmak…” (Milliyet, Önay Yılmaz ve Serhat Oğuz’un dizi yazısı, 1 Şubat 2010, s. 14)

Bu satırlar bana göre değildi. Çünkü ben 1960’ların sonlarında Abdi İpekçi’yi hiç sevmeyen radikal bir gençtim.

12 Mart darbesiyle birlikte kendime gelmeye, değişmeye başladım. Yüzüm artık darbecilikten demokratlığa dönüyordu.

Böylece, Abdi İpekçi’yi kıskanma dönemi uç verdi bende. Abdi Bey gazeteciliğinin yıllar boyu süren etkinliğinin, popülerliğinin Cumhuriyet’te meslek merdivenlerini tırmanmaya başlayan genç bir muhabirde böylesine karışık duygular uyandırması doğaldı.

Kıskanıyordum ama aynı zamanda yakından izlemeye çalışıyordum ‘Abdi İpekçi gazeteciliği’ni. Ve etkilendiğimi hissediyor, görüyordum.

Ama belli de etmiyordum.

Çünkü Abdi İpekçi, 1970’li yıllarda Cumhuriyet’in tepelerinde pek öyle sempatiyle bakılan bir gazeteci sayılmazdı.

Abdi Bey’in 1 Şubat 1979 gecesi öldürüldüğü zaman, ben aile meclisimde Cumhuriyet’in Ankara temsilciliğine atanmamı kutluyordum.

1981’de Cumhuriyet’e Genel Yayın Yönetmeni olduktan sonra da, Abdi İpekçi’nin yakınında bulunmuş meslek büyüklerimden Abdi Bey ekolü hakkında bir şeyler kapmaya devam ettim. Özellikle gazete yönetirken kendisinden çok şey öğrendiğimi fark ettim.

Aradan 31 yıl geçmiş…

Hâlâ gerçeği tam bulamadık!

Hâlâ bir muamma…

Yazıklar olsun bize, gazeteci milletine!

İpekçi ailesinin bunca yıldır hiç dinmeyen acısını bir kez daha bir nebze olsun paylaşmak istedim.

h.cemal@milliyet.com.tr

2 Şubat Salı 2010

O DONDU biz yandık

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 31 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1  İz bırakanlar

İrfan Özfatura

O DONDU biz yandık 

 

GÖZE GÖZ DİŞE DİŞ…

Sivaslı Muhsin, Orta Asya Türkü’nün narına yanarken, Anadolu’nun gitmekte olduğunu görür, derdi tasası artar. Sol baskılar karşısında bunalan Anadolu çocuklarının yardımına koşar. Göze göz, dişe diş bir mücadele…

 

 

 

GENÇLERİ ŞİDDETTEN UZAK TUTAR

Mamak’ta türlü işkencelere maruz kalan Muhsin Yazıcıoğlu, Ülkücüleri şiddetten uzak tutar. Gençler takva yolunun yolcusu olur, artık Alperen’dir onlar.

 

 

Ellidört doğumlu bir Anadolu çocuğu… Yiğidin harman olduğu yerden… Şarkışla’dan!

Kendi halinde bir çiftçi ailesinin ferdidir. Aslında akranları gibi buğday fiyatından, traktör lastiğinden, Tarım Kooperatifinin tekaüd müdüründen konuşması lazımdır ama o uzak ufuklara yelken açar.

Aklı taaa Asya bozkırlarında dolanır durur, esir Türklerle yatar, esir Türklerle kalkar.

Zaman zaman lambalı radyodan Azeri spikerin sesini yakalar. “Umulur ki hava seherin bazı hisselerinde yağışlı ola…”

Diyeceksiniz ki ne var bunda?

Bizim ele kar yağıyor kardaşım…

Bir hislenir bir hislenir, dokunsan ağlayacak.

Bu prangalar nasıl kırılır?

Kazak’la, Kırgız’la ne vahıt kucaklaşırlar?

Takdirlik bir talebedir. Ortayı liseyi rahat bitirir. Kursa ney gitmeden Veteriner Fakültesi’ni de kazanır (1972).

Ver elini Ankara!

Türk solu hayli dinamiktir o yıllarda. Yetişmiş adamları, gözü kara savaşçıları, darağacına yürümüş kahramanları vardır. Sendikaları, üniversiteleri onlardan sorarlar. Maarif, medya desen ona keza…

Ülkenin yarısı kurtarılmış bölgedir, adamı evinden alır, halk mahkemelerine çıkarırlar. İcabında kalem kırar, infaz yaparlar.

Fütursuz ve korkusuzdurlar, sakınmadan kızıl bayrak açar, göstere göstere orak çekiç taşırlar.

Tuhaftır ama en hızlı militanlar sahil şeridinden, zengin semtlerinden çıkar, burjuva çocukları pahalı cafelerde oturup proleter kurtarırlar.

 

DEVRİME ÇEYREK KALA

Şimdi diyelim üniversiteyi kazandınız, tarafsız kalma gibi bir şansınız yoktur asla. Size mektebe hakim olan örgütün borusunu çaldırırlar.

Öyle görüneyim, “mış gibi” yapayım deseniz de yutmazlar. Memleketinize mahallenize uzanır, şecerenizi çıkarırlar. Zaten öğrenci büroları ellerindedir, evraklarınızı çoktaaan karıştırmıştırlar. Günün birinde bıyıkları ağzına sarkan parkalılar etrafınızı çevirir, elebaşı işaret parmağını göğsünüze basar ve tükürüğünü saça saça haykırır “Arkadaşım! Sen artık gelmiyorsun okula!”

Halbuki o fakülteyi kazanabilmek için kaç koca yıl çalışmışsınızdır. Sesiniz çıkmaz.

Dövüşemezsin, kaçamazsın, kampüsler uçsuz bucaksızdır zira. Ah dersin yanımda yürekli bilekli bir ağabey olsa!

Sivaslı Muhsin, Orta Asya Türkü’nün narına yanarken, kendini bir yangının içinde bulur.

Sol baskılar karşısında bunalan Anadolu çocuklarının yardımına koşar. Göze göz, dişe diş bir mücadele… Kavgaysa kavga!

Saftır, samimidir, makam mansıp beklemeden çalışır. Etrafındaki halka hızla genişler ve gün gelir başkan olur Ülkü Ocaklarına (1978).

Onun döneminde gözle görülen bir değişim yaşanır. ÜGD, partinin gençlik kolu olmaktan çıkar.

Evet yine seminerler düzenlenir ama eskisi gibi dokuz ışık ve tarım kentler anlatılmaz. Doktrin umurlarında değildir, artık Alperen’dir onlar. Ecdad gibi Derviş Gazilerin ardına takılmalı, ulemanın eteğine yapışmalıdırlar. Ülkücüler Ahmet Yesevi Hazretleri ile o dönemde tanışır. Ahmed-i Bedevi, Ahmed-i Rıfai, Ahmed-i Siyahi, Ahmed-i Bican, Ahmed-i Cüzeyri, Ahmed Namık-ı Cami, Ahmed ibni Kemalpaşa… Biliyor musunuz bütün bu kapıları da bir Ahmed aralar onlara, Seyyid Ahmed Arvasi Hoca!

Muhsin, başkan olduğu dönemde duvarlara “Ya kan kusturacağız! Ya tam susturacağız” yazdırmaz, gençler büyük bir heyecanla “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” diye haykırırlar.

Onun ürettiği ve öğrettiği sloganlar buram buram ecdad kokar.

“Çağrımız İslam’da dirilişedir!”

“Ya Allah! Bismillah! Allahuekber!”

“Ülkümüz köklerde dalgalanan bir bayrak

Allah huzurunda eğiliriz biz ancak!”

 

DİN ÖNE KİN ARKAYA

Öğrenci yurtlarında değişim daha net izlenir. Her cuma gecesi enbiyanın, evliyanın, sülehanın, şühedanın ruhlarına Yasin-i şerif okunur, hep birlikte el açar yanık duaları fatihalarla taçlandırırlar.

Kanları kaynayan delikanlılar okeye, bilardoya gitmez olur, bir bilenin önünde diz kırar, elifbalarını açarlar.

Be üstün beee! Be esre biii! Be ötre büüü! Be, bi, bü!… Çıkmış Kur’an bülbülleriii…

Seher vakti merdiven boşluklarında ezan okunur ve koridorlar terlik sesinden geçilmez olur bir anda. Bir zamanlar namazlarını merdiven altlarında kılanlar yurdun ya da fakültenin en büyük, en aydınlık, en ferah odasını mescid yapar. Sayıları katlana katlana artar, saflara sığmaz olurlar.

Büyük bir dönüşümdür bu, yıllardır kuru doktrinlerle oyalanan Anadolu çocukları kendini bulur ayan beyan.

İşte 12 Eylül darbesi tam da o günlerde patlar.

 

AH O MAMAK!

Ordumuz görünüşte memleketi Marksist bir ihtilalin eşiğinden kurtarmıştır.

Ancak milliyetçileri de unutmaz. “Bir soldan bir sağdan” mantığı ile gencecik fidanları ipe yollar. Yeşili seviyorlar canım, darağacı da bir ağaç sonunda…

Ama biz orak çekice karşı nazlı hilali dalgalandırmıştık.

Dalgalandırmasaydınız!

Arkadaşlarımız vurulurken, okullar, yurtlar işgal olunurken…

Karışmayacaktınız!

Hasılı devlet, “devlet-i ebed müddet” terimini terennüm edenlere hiiç acımaz. Alayını toplar, zindanlara tıkar.

Başkan sinyali almış olmalıdır, ilk furyada yakalanmaz. Hatta rahmetli?Türkeş’ten haber gelir “yurt dışına çıksın ilerde ihtiyacımız olacak!”

Muhsin bu! Arkadaşları küflü izbelerde kan terlerken, yurt dışına nasıl kaçar? Kulağında bir marş dalgalanmakta…

Halbuuuki yoldaşını, bıraaakıp kaçanların!.. Değişiriz topunu bir sokak kaltağına!..

Hem ortadan kaybolmayı gerektirecek bir suçu yoktur ki.

Silah kullanmamış, kullandırtmamıştır da.

Uzatmayalım çember daralır daralır ve malum beyler kapıyı çalar.

Haber manşetlerde! Sütun sütun, çarşaf çarşaf… Sanki Van canavarını yakalamışlar.

 

İNDAN İKİ HECE

Savaş mahkûmu gibi gözlerini bağlar, ikide bir araba değiştirir, hollywoodvari metodlarla merkeze alırlar.

Bir nizamiyede indirildiğini hisseder, “Papuçlarını çıkart!” Çıkarır. “Çoraplarnı da!” Bir anda tekmelemeye başlarlar. Hayatı boyunca korku diye bir duygu tanımayan Muhsin yelkeni suya indirmez, diklenmeye kalkar. Ta ki ensesine dipçik yiyene kadar. Alnı yere çarpar, üstü başı serapa kan.

İçeri sokar sokmaz sorguya alırlar. Bildiği bir şey yoktur, hoş bilse de konuşmaz.

Sen misin susan? El ve ayak parmaklarına kablolar bağlar, yüklenirler manyetoya.

Bakarlar etkilenmiyor, çırılçıplak soyarlar. Ne zaman ki haya duygusuyla yüzü kızarır, beylere malzeme çıkar.

Omzuna bir kalas koyar, kollarından bağlar, tavanda sallandırırlar. Kablolar tekrar bağlanır bu defa ceryan direkt tenasül uzvundan.

Ekmek yok, yemek yok. Sürekli ıslatırlar ama su içmek kesinlikle yasak zira elektrik verilince iç kanamalar olabilir ve ölünüz kimseye yaramaz. Elektrikli işkence öyle dayanılmaz bir hararet yapar ki, tuvalete giden yerdeki birikintileri yalar.

Mamak’ta rütbesiz erlere bile komutanım demek zorundadırlar, onların adı ise landır. Sadece “Lan!”

Falaka sıradan bir eziyettir. Maksat spor olsun bilek kalınlığında değneklerle girişip ter atarlar.

Muhsin gün boyu bir dal maydonaza bakar, ya da yarısı kıtlanmış çarlistona. Zira yer beyazdır gök beyaz. Beyaz florasan, beyaz parmaklıklar, beyaz badana… Bir süre sonra gözünüzün önünde beyaz beyaz kelebekler uçuşmaya başlar ki buna “kar körlüğü” diyorlar.

 

MEKTUP SORUNCA

Bir defasında sorma gafletinde bulunur “annemden mektup var mı acaba?”

Sen kimsin lan? Hesap mı soruyon? Elini aç.

Açar, vurur vurur vurur değnek kıralasıya…

Ertesi gün yine aynı er. Ağzından kaçar “Annemden mekt….”

- Aç lan elini! Sen uslanmıycan.

Biri zaten zedelidir, öbürünü uzatır.

- Hayır onu değil şiş olanı!

Dayanılası değildir, basınçtan tırnakları düşe, parmakları patlayayazar.

Biliyor musunuz? Muhsin Başkan o eri yıllar sonra bir benzin istasyonunda görür. Hem de Yozgat’ta!

Garsona seslenir “bir tatlı götür şu masaya!” Çocuk önüne konan tabağa boş boş bakar. “Kim yolladı bunu bana?”

“Arkanda!”

Çocuk başkanı tanır. Koşar eline kapanır. Abi ben ettim sen yapma!

Muhsin dostça kucaklar, “geçmiş geçmişte kaldı” der, “kafana takma. Ye tatlını, yoluna git sağlıcakla!”

Cildi aslında böylesine bozuk değildir. Yanağındaki pütürler söndürülen izmaritlerin izidir. İşkencecilerin tek tek adlarını adreslerini bilir ama ne sıkıştırır, ne de dava açar haklarında.

İki yüzü de Yunustur onun, ah bir yüzü Yavuz olsa!

 

VEKİLİN ALLAH OLURSA

Sırtımız bir gün yatağa değmese jetlak oluyoruz, kimyamız bozuluyor. Muhsin’i tam 21 gün sandalyeye bağlı tutarlar. Garibim namazlarını ima ile kılar.

Acıya dayanıklı bir bünyesi vardır, ayaklarının altından cerahatler aksa da yılmaz, yıkılmaz, yalvarmaz.

Lâkin kardeşlerine yapılanlara dayanamaz. Bu yüzden ona işkence seyrettirir, keyiflerine keyif katarlar.

Her gün değişik biri gelir olmadık suçları üstüne atar. “Konuş kurtul!” O kimseyi suçlamaz ama onu suçlayan bir genç çıkar. “Bu baskını Muhsin Başkanın emri ile yaptım” der açıkça… Heyet mal bulmuş gibi atlar, sanki oradaymış gibi ballandırırlar.

Çocuk bir fırsatını bulduğunda “özür dilerim abi” diye fısıldar, “Böyle konuşmak zorundayım. Bacağımdaki yarayı deşiyorlar, korkarım kangren olacak!”

Şimdi kızsın mı, acısın mı? Ama işin şakası yok, idamını istiyorlar. Boynunu büker ellerini açar. “Hasbünallahi venimel vekil…”

Allah için öldükten sonra… Ha yorganda olmuş ha urganda…

Aynı çocuk mahkemede müthiş bir savunma yapar “zikr olunan tarihlerde gözaltında olduğunu” ispatlayan kağıdı gözlerine sokar. Savcıyı ne biçim tongaya bastırmıştır ama..

Dava düşer ama Muhsin’i salmazlar. Hücre çekilecek gibi değildir, 2.5 metrelik deliği bir Dev-Yol lideri (Nasuh Mitap) ile paylaşırlar. Bir kere bile hır niza çıkmaz, kodes arkadaşını korur kollar. Neticede o da etten kandan, insan ya insan!

 

MEDRESE-İ YUSUFİYE

Ara sıra alır kafese kapatırlar. Burada dimdik duracak, sadece tavana bakacaksın. Hazır ol! Rahat! Uygun adım marş! Ayağın mı tutmadı yat! Jop, kayış, sopa…

Hey sen İzmir Marşını söyle.

Tamam şimdi İstiklal Marşına başla!

O marş için canını verir hâlbuki, iyi de böyle olmaz ki ama…

Tuvalete giderken bile merasim adımı… Sol, sol… Sol, saa, sol!

Askerler özellikle sosyalistler arasından seçilmiştir, ki terhis olunca anlatsınlar. “Aga Muhsin faşistini bi süründürmüşüm sorma!”

Yemek ağza alınmayacak kadar özensizdir, nerde kokmuş ekşimiş varsa kazana… Kaplar pis mi pis, adeta iğrendirmeye çalışırlar.

Kendi karavanadan yer ama arkadaşlarına kantinden ısmarlar.

Hazıra dağ mı dayanır, neticede para biter, çay bile söyleyemez olurlar.

Ama adları sanları vardır, madara olmayacaklardır. Kalkar “bundan böyle bizim çayımız da ince belli bardakla verilsin yoksa…” Kabul edilmez. “İçmiyoruz o zaman!”

Sureta boykot… Bunca komünistin içinde “mangır kalmadı” diyecek değildir ya.

Zaman zaman Avrupa’dan komiteler gelir işkence iddialarını soruştururlar. İçlerinden biri bile çıkıp devleti yabancıya şikayet etmez, kol kırılır yen içinde kalır o hesap.

Muhsin Beye isnat edilen suçlar mesnetsizdir Avukatı Şerafeddin Yılmaz tahliye istemeye hazırlanır.

“Aman abi” der “sakın ha! Ben çıkarsam bu çocuklar yıkılırlar. Zindanda olduklarını anlayamadılar daha…”

Dağ gibi bir insandır o. Hani büyüklüğü çıktıkça anlaşılanlardan…

 

 

Öyle anaya can feda

Ortaokul yıllarında babası bir şeye kızıyor. “Sana artık okul mokul yok, yarından tezi yok tarlaya!”

Sabah çifte çubuğa çıkacaklar. Anne diz çökmüş kapıda “Efendi Muhsinimi okula yolla. O güzel şeyler yapacak. Bak seni Allaha havale ederim yoksa!” Hanımını bilmez mi? Gönlü yanıklardan. Ellerini açtırmaya gelmez. Ahı tutar mı tutar.

 

Gülenler ağlayanlar

Yıllar sonra arkadaşlarıyla bir araya gelir eskilerden anlatırlar. Güle güle ölürler, kahkahaları dışarı taşar. Konuklar ayrıldıktan sonra hanımı sorar. “Neydi o muhabbet öyle?”

- Hiiiç… Mamak hatıralarını anlattık da…

- O sizi güldüren şeyler, bizi ne kadar ağlattı biliyor musun zamanında!

 

 

Hayırdır inşaallah

Ölümünden evvel sevenlerinden biri geliyor. “Sizi rüyamda gördüm başkan” diyor “helikopteriniz havada paramparça…”

Gülüyor: “Hayra yor, hayra!”

Tek hayır geliyor aklıma…

Şehittir inşaallah!

 

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=432118

Yola çıkmayan

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 30 - 2010 Yorum Ekle

 muammererkul

Yola çıkmayan…

 

Çok negatif düşünen birisiyim, diyorsun ya; aslında bunu söyleyebilmek bile büyük bir adım. Çünkü bu söz, bir tespittir; “ambarda fare var” veya “elmam kurtlu” der gibi.

Öyleyse çare belli: Yakala fareyi, çıkart elmanın içindeki kurdu dışarı…

Koyunlarına saldıran kurtları görsen sadece bakacak mısın? Almayacak mısın eline odunu, tüfeği? Sen korumazsan kendi kuzularını, başka kim koruyacak?

*

Negatif düşünmek bir şey kazandıracaksa devam et ama hiç sanmıyorum… Kazandırsa bile, negatif kişinin kazandığı; belki “bu negatif tavırdan hemen kurtulmak için” birilerinin istemeden verdikleridir!..

Canını acıtmak değil, niyetim; bir arada bulunmanı sağlamaya çalışmak bizlerle…

“Kömürün nasıl yandığını” öğretmişlerdi, sana da anlatmamı ister misin?

*

Kömür, bildiğin taştır! Kara, soğuk hatta çoğu zaman ıslak ve bir sert kütle. Ona kibrit veya çakmak tutsan, altında gazete yaksan, yanına odun koysan yanmaz kolay kolay…

Hâlbuki içinde bol miktarda enerjisi vardır. Tutuşsa, kendini de etrafını da ısıtacaktır… Ama bir türlü yanamaz!

Peki, hiç mi yolu yok kömürü yakmanın? Vaaar…

Kömürü yakmanın en kolay ve en kısa yolu; onu, “yanan kömürlerin” arasına koymaktır!..

*

Peki ya içindeki negatifliği atmanın, soğukluktan kurtulmanın yolu nedir bu hesaba göre?

Bunun yolu da; pozitif insanların arasına karışmaktır, düzgün yayınları, doğru kitapları takip etmektir, olumsuz haberleri izlememek, negatif insanların arasından uzaklaşmaktır…

Bir süre sonra bakar ki herkes; ışıldamaya başlamışsın, ısıtmaya başlamışsın hem kendini ve hem de çevrendekileri. Kendin bile buna şaşarsın…

…..

Soru: Bunları yaparsan sonuç mutlaka böyle mi olur?

Cevap: Her yola çıkan hacı olamayabilir belki ama hiç yola çıkmayan da Kâbe’ye varamaz!


Copygiht © 2009 www.mehmetastan.com Mehmet TAŞTAN Kişisel Web Sayfası - Web Tasarım