29 Mart 2024, Cuma 12:58:45 İletişim Formu

Osmanlı devletinin kuruluşu

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 30 - 2010 Yorum Ekle

s119790583808_5224

Ramazan AYVALLI

Osmanlı devletinin kuruluşu

Dört yüz çadırla, Türkiye (Anadolu) Selçuklu Devleti’nin Bizans hudûduna yerleşen Kayı Aşîreti, 27 Ocak 1299’da Osmân Gâzî’nin adına izâfeten Osmânlı hânedanı ve devletini kurmuştur…

Dünyânın en uzun ömürlü hânedanının ve en büyük devletlerinden Osmânlı Devletinin kurucusu olan Osmân Gâzî, 1258 tarihinde Söğüt’te doğdu. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzî’nin oğludur.

Osmânlı sultânlarının ilki olan Osmân Gâzî, İslâm terbiyesiyle yetiştirildi, kendisine İslâmî ilimler öğretildi. Devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî ta’lîm ve terbiyeyle yetiştirildi. Ertuğrul Gâzînin silâh arkadaşları ve kumandânlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinledi; yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden i’tibâren gazâlara katılıp, zaferler kazandı; kumandânlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi.

Osmân Gâzî; Anadolu’nun İslâmlaştırılıp, Türkleşmesi faâliyetine katılan gönül sultânlarından, ahîlerden Şeyh Edebâlî’nin sohbetlerine katılıp, mâneviyâtını yükseltti.

 

OSMÂN GÂZΒNİN BİR RÜYÂSI

1277 yılında, on dokuz yaşındayken bir gece rüyâsında; Şeyh Edebâlî’nin böğründen bir ay çıkıp, kendi göğsüne girdiğini, sonra göbeğinden, bütün âfâkı [gökyüzünü] kaplayan bir ağacın çıktığını, yüksek dağ ve pınarlara gölge saldığını ve insanların ondan çok faydalandıklarını gördü. Rüyâsını Şeyh Edebâlî hazretlerine anlattı.

Hocası; “Müjde ey Osmân! Hak teâlâ, sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünyâ, evlâdının himâyesinde olacak, kızım Mâl Hâtûn da sana eş olacak” diyerek rüyâsını tâbir etti.

On dokuz yaşındayken Şeyh Edebâlî’nin kızı Mâl Hâtûn ile evlendi. Babası Ertuğrul Gâzî tarafından Kayı boyu beyliğine aday gösterildi. Ertuğrul Gâzî, 1281 yılında vefât edince, Osmân Gâzî onun yerine Kayı beyi oldu. Anadolu Selçûklu Devletinin Bizans hudûdundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arâzîsine hâkimdiler.

Osmân Gâzî, Kayı beyi olunca, hudûd komşusu Bizans Tekfûrları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik Tekfûru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyâları Bilecik Tekfûru’na emânet etmek, buna karşılık Tekfûr’a bâzı hediyeler sunmak geleneği vardı. Emânetin teslîmi ve alınması, silâhsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı.

Aşîretlerin yaylaya çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl Tekfûru yollarını keserek, onlara zarar veriyor, bu yüzden sık sık çarpışmalar oluyordu. Osmân Beyin kuvvet ve nüfûzunun devâmlı arttığını gören İnegöl Tekfûru Nikola, komşularından tedbîr alınmasını istedi. İnegöl Tekfûru’nun Bizanslılara ittifâk teklîfi, Bilecik Tekfûru tarafından Osmân Gâzî’ye haber verildi. Tekfûr Nikola’nın, Pazarköy(Ermenibeli)’de kuvvet topladığı tespit edilince, Osmân Gâzî, Kayı ileri gelenleri, kumandânlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahmân Gâzî, Aykut Alp, Konur Alp ve Turgut Alp ile görüşme yaparak, İnegöl’ün fethine karâr verdi.

1284’te Pazarköy’de meydâna gelen muhârebede, Osmân Gâzî’nin yeğeni Bay Hoca şehîd düştü. Muhârebe ardından Kulaca Kalesi fethedildi. İnegöl Tekfûru mağlûb olunca Karacahisâr Tekfûru ile birleştiler. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice(Ekizce)’de yapılan muhârebede, Tekfûrlar tekrar mağlup edildiler.

 

BEYLİKLE?MÜKÂFÂTLANDIRILMASI

Bu muhârebede [Ekizce’de] Osmân Gâzî’nin muvaffakiyeti, Anadolu Selçûklu Sultânı Gıyâseddîn Mes’ûd Şâh tarafından mükâfâtlandırıldı. Gönderilen bir fermânla Söğüt, Osmân Gâzîye yurt olarak verildi.

Gazâ akınlarını hızlandıran Osmân Gâzî, bir baskınla İnegöl Tekfûru’nu ve pek çok askerini öldürdü. İnegöl’den pek çok ganîmet aldı. İnegöl Tekfûru’nun öldürülmesi ve Osmân Gâzî’nin devâmlı genişlemesi, Bursa ve İznik Tekfûrlarını telâşlandırdı.

Osmân Gâzî’nin Bizans Tekfûrlarına karşı tâkip ettiği siyâset; Anadolu Selçûklu Sultânlığı’nca takdîr edilip, tekrâr mükâfâtlandırıldı. 1289’da bir fermânla Söğüt’e ilâveten Eskişehir ve İnönü tarafları verilip, mîrî vergiden muâf tutuldukları gibi, Beylik alâmetlerinden alem, tuğ, kılıç ile gümüş takımlı at da gönderildi.

Osmân Gâzî’nin gazâ akınları daha da hızlandı. İznik’e akın tertiplendiyse de kale alınamadı, ama pek çok ganîmetle dönüldü. Karacahisâr ile Yarhisâr Tekfûrları, Osmân Gâzî aleyhine ittifâk kurdular.

1291’de Karacahisâr fethedilince, alınan ganîmetlerin beşte biri, Anadolu Selçûklu Devleti başşehri Konya’ya gönderilip, kalanlar muhârebeye katılan Gâzîlere dağıtıldı…

 

 

 

1292’de Sakarya Irmağının kuzeyine akın yapıldı. Bu akınlarda Sorgan köyü, Göynük, Taraklı Yenicesi ve Mudurnu taraflarının askerî mevkileri tahrip edilip, pek çok ganîmet alındı. Osmân Gâzî, gazâlarda alınan ganîmetleri hâlen kuruluş safhasında olan devletin ihtiyaçlarını tamâmlamakta kullanıyor, kalanlarını muhârebelere katılan gâzîlere dağıtıyordu. Osmân Gâzî’nin teşkîlâtlanmaya verdiği ağırlık, 1298 yılına kadar devâm etti.

Osmân Gâzî’nin ileriye dönük faaliyetleri, hudûttaki Bizans Tekfûrlarını daha da telâşlandırdı. Bilecik Tekfûru da Osmân Gâzî aleyhine ittifâk içine girdi. Bizans-Rûm Tekfûrları, Osmân Gâzî’yi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, entrikaya başvurdular. Yarhisâr Tekfûru’nun kızıyla evlenecek olan Bilecik Tekfûru’nun düğününe dâvet edip, öldürmeyi plânladılar. Osmân Gâzî’ye sûikast tertîbi, dostu Harmankaya Tekfûru Köse Mihal tarafından haber verildi.

Gerekli tedbîrleri alan Osmân Gâzî, Bizans Tekfûrları ile berâber dâvet edildiği düğüne, hediye olarak kuzu sürüsü gönderdi. Düğün sonrası yaylaya çıkacağını bildirerek, eskiden olduğu gibi değerli eşyâlarının kadınlar vâsıtasıyla kaleye alınmasını istedi. Bilecik Tekfûru, Bizans Tekfûrlarıyla ittifâk hâlinde olduğundan Osmân Gâzî’nin teklîfini kabûl edip, düğün yeri olan Çakırpınarı’na gitti. Osmân Gâzî, aşîretin eşyâsı yerine atlara silâh yükletip, harp hîlesiyle, kırk kadar gâzîyi kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Aşîret kâfilesi Bilecik’e gidip, şehri ele geçirdi.

Osmân Gâzî’ye karşı tertiplenen Bizans entrikası lehe çevrilip, gelin dâhil, düğüne katılanların bir kısmı esîr alındı. Geline Nilüfer adı verilip, Osmân Gâzî’nin oğlu Orhan Gâzî’ye nikâhlandı. Fethe devâm edilip, ertesi gün Yarhisâr Kalesi kuşatıldı ve ele geçirildi. Osmân Gâzî’nin kumandânlarından Turgut Alp ve Gâzîler de İnegöl’ü fethettiler…

Osmân Gâzî, Batı Anadolu’da Bizans hudûdunda fetihlerde bulunurken, Moğol İlhanlılar da Anadolu’yu istîlâ ettiler. İlhanlı Hükümdarı Gazan Hân, Anadolu Selçûklu Sultânı Alâeddin Şâhı İrân’a götürdü. Bütün Türkiye Selçûklu Devletinin toprakları, İlhanlıların eline geçti.

İlhanlı zulmünden hicret eden birçok Anadolu Selçûklu emîri ve maiyyeti, Osmân Gâzî’nin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Böylece Osmân Gâzî, daha da güçlendi. 1299’da istiklâlini ilân edip, tâbilikten kurtuldu. Bu arada Yarhisâr ve Yenişehir kaleleri de fethedildi.

Osmân Gâzî, yeni fethedilen Yenişehir’i merkez hâline getirdi. Burada idârî, iktisâdî ve sosyal müesseseler inşâ ettirip evler, dükkânlar, çarşı ve hamâmlar yaptırdı. Devleti beş idârî bölgeye ayırdı. Her bölgenin idâresine güvendiği, kâbiliyetli ve âdil kumandânlar tâyin etti. Oğlu Orhan Beye Sultânönü, Gündüz Alp’e Eskişehir, Aykut Alp’e İnönü, Hasan Alp’e Yarhisâr, Turgut Alp’e İnegöl bölgelerinin idâresini verdi.

Netîcede, dört yüz çadırla Türkiye Selçûklu-Bizans hudûduna yerleştirilen Kayı Aşîreti, 27 Ocak 1299’da Osmân Gâzî’nin adına izâfeten Osmânlı hânedanı ve devletini kurmuş oldu.

Osmân Gâzî İslâm dininin esâslarını, Türk örfünü teşkîlât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştiriyordu. Teşkîlât ve müessesini kurarken, İslâm dîninin farzlarından cihâd emrini de yapıyordu. Devâmlı genişleyip, teşkîlâtlanan Osmânlı tehlikesini hudûttaki Tekfûrlarla halledemeyeceğini anlayan Bizans Kayseri İkinci Andronikos Poleologos, hâssa kumandanlarından Musalon’u, Osmân Gâzî üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleriyle Osmân Gâzî, 1302’de İznik’in kuzeydoğusundaki Koyunhisar Kalesi mevkiinde karşılaştılar. 27 Temmuz 1301 târihinde yapılan Koyunhisar Muhârebesinde Osmân Gâzî muzaffer oldu. Daha pek çok fetih yapıldı.

Osmânlıların Bizans hudûdunda tesîs ettiği âdil idâre; Tekfûrların zulmünden, vergilerin ağırlığından bıkan Hıristiyân ahâlîden başka, kumandânların da takdîrini kazanmıştı. 1313’te Harmankaya Tekfûru Mihal de Osmân Gâzî’nin maiyetine girip, Müslümân oldu. Köse Mihal Gâzî adını alarak, pek çok muhârebeye katıldı. Osmânlı Devletine çok hizmeti geçti.

GÜNDEM BALYOZ

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 28 - 2010 Yorum Ekle

resim5      

Mehmet TAŞTAN

GÜNDEM BALYOZ…

Günlerdir yazılıyor, çiziliyor, konuşuluyor,

Biz orak, çekiç derken,

Başımıza balyoz inecekmiş de haberimiz yok.

Sözlük anlamını googel’dan arattırdım,

Balyoz;’’Çekicin büyüğü, devi… Taş kırmak, kazık çakmak, ev yıkmak için kullanılır, cinayet için kullanılırsa oluşan manzara tiksindirici olabilir hatta olabilir değil olur.’’

Hangi çağda, kaçıncı asırdayız.

İç tehditlere karşı düşünülen, hazırlanan planı görün,

Ülke olarak yaşadıklarımıza bakın.

Maalesef darbe ile büyüdük, darbe gürültüleri ile öleceğiz…

Yönetimde güçler kavgası yapmaya devam ediyoruz…

Bu kavga neyin kavgası?

Tehlike de olan ne, kim?

Ülke mi?

Devlet mi?

Millet mi?

Rejim mi?

Gerçekler neden yetkililerce net açıklanamıyor?

Ama görüyoruz ki bu işlerin sonunda fatura hep millete kesiliyor…

Zamana ve zemine göre hareket etmesini de çok iyi biliyoruz…

 Ne diyor Genelkurmay başkanımız:’’TSK eğitimde kullandığımız dokümanlara ‘Talimname’ deriz. Talimnamelerimizden taarruzla ilgili bölüme baktığımız zaman, özellikle hücum bölümü ‘Biz askere ne dedirtiyoruz; ‘Allah Allah’ diye taarruz ettiriyoruz. Ordu nasıl Allah’ın evine bomba atmayı düşünür?’’

Doğru atmaz, atmaz ama…

Allah’ın emri olduğu için başını örten analarımız, bacılarımız kamusal alan deyip bir yerlere niçin sokulmuyor?

Bu devletin en büyük tehlikesi, düşmanı irtica mı?

Ortaya atılan belge ve belgeler için,

Başbakanla, Genelkurmay başkanı bir araya gelip olay hakkında durum değerlendirmesi yaparak en ivedi ve net bir şekilde milleti neden aydınlatmıyorlar?

Çok mu zor bir iş…

Birisi içeri alıyor, birisi salıyor…

Biri salıyor, biri alıyor…

Bu nasıl yargı, nasıl adalet?

Olmuyor olmuyor…

Kimi, kimden koruyoruz…

Kim ,kime çalışıyor…

Kafaları karıştırmaya, bilgi kirliliği yapmaya biz fırsat veriyoruz…

Sonra konuşulanlara ve yazılanlara kızıyoruz…

Başımıza balyoz gibi iniyor da ondan…

 

 

 

Haftaya görüşmek üzere…

http://www.medyabar.com/koseyazilari/1291/gundem-balyoz8230.aspx

muammererkul“Tabutluk”taki son faşist ve kurşuna giden Azeriler

Muammer ERKUL

Irak savaşının bizi de ekonomik olarak salladığı dönem; Türk 2000 dergisini çıkarıyoruz. Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan’ın bilim ve tarih açısından gayet mühim biri olduğunu biliyorum, ama insan “dokunacak kadar yakın” durduğu kimselerin kıymetini idrak edemiyor işte! İtiraftır ki, çıkardığımız dergiyi bile ciddiyetle okumazdım!..

Fakat bazen konuşurduk hocayla. Benim ta çocukluktan kalma “tabutluk” merakım vardı ama pek anlatmazdı.

*

Fakat onu en derinden sarsan, belki de bunca mücadeleye atılmasına, bu kadar acı ve işkenceye katlanmasına, hatta bir buçuk yıl Sansaryan Han’da, “tabutluk” denen duvara oyulmuş işkence hücrelerinde inletilmesine sebep olan büyük suçu(!)şuydu: 407 Azeri Türk’ü Sovyet Rusya’nın zulmünden Türkiye’ye iltica etmişti. İşte onların gerisin geriye Sovyetlere iade edilmesine mani olmak için dönemin cumhurbaşkanıyla görüşmüş… Ve mutlaka kurşunlanacak olan bu zavallı insanların hayatlarını kurtarmaya çalışmıştı…

 

*

“Beni o zaman mimlediler” derdi. Türkçülük filan hikâye… Doğru ya; hepimiz onun kadar Türk’tük ve milletimizi severdik. Ama o, devrin “tek adam”ının emrine muhalefet etmişti! İşte bu fişlenme hayatının sonuna kadar kendisini takip etmişti…

Hatıratını hep gülerek anlatan hocanın, işte bu 407 kişiden bahsederken yüzü değişir, sesi başkalaşır ve içindeki titremeler bile hissedilirdi. Yine de kükreyip bağırmazdı, faşistlikle itham edilmiş, tabutluktan kazınmış bu insan, kendisine zulmedenlere asla sövüp saymazdı ki ben hep buna şaşardım!

…..

NOT: Konuyu burada ancak bu kadar anlatabiliyorum. Devamını www.muammererkul.com isimli web sitemizde geniş olarak okuyabilirsiniz. Ayrıca muammer.erkul@hotmail.com adresime kendi e-mail adresinizi gönderirseniz, yeni bölümleri ekledikçe size de postalayabilirim.

Kuş merhameti

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 17 - 2010 Yorum Ekle

muammererkul

Muammer ERKUL

Kuş merhameti

 Başından sonuna; çiçek seralarından güzel, hazine sandıklarından kıymetli bir mazinin çocuklarıyız. İşte bu hakikati kimin bilmesi gerekiyor? Çocuklarımızın!..

Sen şu güzel hayatın filmini izlemiştin, bu menkıbeyi dinlemiştin, bu konuyu okumuştun, evet biliyorum. Fakat biliyorum ki; şu bardak da daha önce suyun altına tutulmuştu!

Doldurulmuştuk, çok güzel. Ama bunu hatırlamak, dolu olduğumuz anlamına gelmiyor. İçimiz kuru değil, biliyoruz. Ama bu; eksilmedik anlamına gelmiyor!

Sen öğrenmiştin bir zamanlar, biliyorum. Ama biliyor musun ki oğlun bilmiyor bunları. Ve şimdi, işte artık ondadır öğrenme sırası: İncecik parmaklarınla küçücük bir lokma koparıp onun dudaklarına uzatacaksın. Yutunca bir lokma daha koyacaksın ağzına. Bekleyip bir lokma daha koyacaksın…

Kuşlar bizden daha mı merhametli?

Bizimkiler yavru değil mi?

Biz onları beslemezsek acaba kimler, onlara neler yedirecek?..

*

Sen bir kaşıksın! Demir, tahta, eğri, süslü ama her kaşığın işi; lokma taşımak… Hiç gördün mü kaşıkların; “daha önce de çorba getirmiştim” dediğini…

Sen bir bardaksın! İçildikçe dolacaksın… Hiç gördün mü bir bardağın; “daha önce dolmuştum” dediğini…

Zaten boşalmıyor, eksilmiyorsa bir terslik var kaşıkta, bardakta… Boşalmayan dolmuyor da demektir, tazelenmiyor ve kendisinden istifade edilmiyor da demektir.

Sen bir köprüsün! Diğer yana üzerinden geçilecek. Sakın buna “çiğnenmek” olarak bakma! Öyle güzel yerlere gittiklerini hatırla ki; her yolcu, her adımında, tabanlarından öpüldüğünü hissetsin…

*

Sen, sana öğretilenlerle güzeldin… Sen, öğrettiklerinle güzel kalacak ve birilerini daha güzel kılacaksın…

Yavrularını besleyen kuşlar senden daha mı merhametli? Hadi uyan; küçük lokmalar kopar… Bir kaşıksın, bir bardaksın; önce sen dol ki; yediren, içiren, besleyen sen ol!

Akşemseddîn hazretleri hakkında birkaç kelime

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 17 - 2010 Yorum Ekle

 s119790583808_5224

Ramazan Ayvallı

 Akşemseddîn hazretleri hakkında birkaç kelime…

Akşemseddîn hazretleri, Osmânlılar zamânında yetişen evliyânın büyüklerinden olup, İstanbul’un ma’nevî fâtihidir. Büyük velî Şihâbüddîn-i Sühreverdî’nin neslindendir. Soyu Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddîk’a ulaşır. 1390 (H.792) senesinde Şâm’da doğdu ve 1460 (H. 864) yılında Bolu’nun Göynük ilçesinde vefât etti…

Asıl ismi, Muhammed bin Hamza’dır. Hâcı Bayrâm-ı Velî’nin, ona; “Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin” demesi sebebiyle, “Akşemseddîn” lakabı verilmiştir.

Riyâzet sebebiyle benzinin solması, saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle “Akşemseddîn” denildiği de rivâyet edilmiştir.

 

BABASI “KURTBOĞAN VELΔDİR

Rivâyet edilir ki: Babası vefât edip, defnolunduğu günün gecesi bir kurt gelip kabrini açtı. Bu kurt, o beldeye musallat olmuştu. Yeni mezârları bulur ve ölüyü mezârdan çıkararak parçalardı. Bu kurt, Şeyh Hamza’yı da parçalamak ve yemek istedi. Şeyh Hamza, mübârek elini uzattı ve o kurdu boğazından tutup öldürdü.

Ertesi sabâh ziyârete gelen halk, kurdu ölü vaziyette, Şeyh Hamza’nın elini de mezârdan dışarıda buldular. Orada, hâl sâhibi bir zât vardı: O zât: “Kurda değdiği için, Şeyh Hamza’nın mübârek elinin yıkanması lâzımdır” dedi. Elini yıkadılar. El, hemen içeri çekildi. O günden beri Akşemseddîn’in babası, Amasya’da “Kurtboğan Velî” lakabı ile meşhûr oldu…

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Akşemseddîn, önce Kur’ân-ı Kerîmi ezberledi. Yedi yaşında iken babası ile Anadolu’ya gelip, o târihte Amasya’ya bağlı olan Kavak nâhiyesine yerleşti. Âlim ve velî bir zât olan babası vefât edince, tahsîline devâm etti. Genç yaşta aklî ve naklî ilimlerde akrânından daha üstün derecelere ulaştı.

İlim tahsîlini tamâmladıktan sonra, Osmâncık’ta müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgûl iken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velîsi Hâcı Bayrâm-ı Velî’ye talebe olmak istedi. Hâcı Bayrâm-ı Velî tarafından kabûl edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve ondan icâzet (diploma) aldı…

Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddîn [rahimehullah], bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmaları sonunda, “Mâddetül-Hayât” adlı eserinde: “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak sûretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur” diyerek, bundan beşyüz sene önce mikrobun ta’rîfini yaptı. [Pasteur’un teknik âletlerle Akşemseddîn’den dört asır sonra varabildiği netîceyi, dünyâda ilk def’a o haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi, yanlış olarak Pasteur’e mal edilmiştir.]

Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddîn [rahmetullahi aleyh], o devirde “seratân” denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu Kazasker Süleymân Çelebî’yi tedâvî etti.

Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hâzırlanan ilâçlarla tedâvî edileceğine dâir bilgiler ve formüller ortaya koydu.

 

İSTANBUL’UN FETHİNİ BİLDİRMESİ

Fâtih Sultân Mehmed Hân, muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddîn, Akbıyık Sultân, Mollâ Fenârî, Mollâ Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr velîler ve âlimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar.

Akşemseddîn hazretleri, savaş esnasında Sultân’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatma uzayınca Sultân’ın ısrârı üzerine, Allahü teâlânın izniyle fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddîn, Sultân şehre girerken yanında yer aldı.

Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra, genç Pâdişâh’a, İslâmiyetin harple ilgili hukûkunun gözetilmesini hâtırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultân’ın, Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:

“Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır” cevâbını verdi.

Daha sonra orası kazıldı ve Eyyûb Sultân’ın (radıyallahü teâlâ anh) kabri ortaya çıktı. Fâtih Sultân Mehmed Hân, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabr-i şerîfinin üzerine bir türbe, yanına bir câmi ve ayrıca ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşâ ettirdi. Sultân, Akşemseddîn’den İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddîn hazretleri, Pâdişâh’ın bu teklîfini kabûl etmedi.

 

 

 

 

 

Osmanlı Sultanı İkinci Murâd Hân, Hâcı Bayram-ı Velî’yi son derece severdi. Devlet işlerinden fırsat buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Yine bir def’asında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile beraber Hâcı Bayram-ı Velî’ye gelip, elini öptüler.

Sultan Murâd Hân, sohbet sırasında Hâcı Bayram-ı Velî’ye: “Efendim, İstanbul’u alıp, kâfir diyârını İslâmın nûru ile nûrlandırarak, çan sesleri yerine ezân seslerinin yükselmesini arzû ederim. Bu husûsta duâlarınızı beklerim” dedi.

Hâcı Bayram-ı Velî: “Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul’un alındığını ne sen, ne de ben görebileceğiz” dedi. Sonra, bir köşede oynayan Şehzâde Mehmed (Fâtih) ile hizmet için kapı eşiğinde bekleyen Akşemseddîn’i göstererek buyurdu ki: “Ama şu çocukla bizim köse görürler.”

***

Akşemseddîn hazretleri yüksek bir ahlâk sâhibi idi. Tasavvufda yetişmiş büyük bir velî ve rehber olduğu gibi, diğer ilimlerde de büyük bir âlim idi. Bu husûs, yazmış olduğu eserlerin tetkîkinden açıkça anlaşılmaktadır.

Ayrıca zamanındaki medrese tahsîlini tamâmlamış olup, şu eserleri de okuyup tetkîk etmiştir. Arapça’nın büyük lügatlarından Ebû Nasr bin Hammâd el-Cevherî’nin “Sıhâh”ını, Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini anlatan “El-İhtiyâr li-ta’lîlil-Muhtâr”, “Kunyetül-Fetâvâ”, “Tavzîhul-Fıkıh”, “Mecmûatül-Bahreyn”, “Şerh-i Hidâye” ve Fahrul-İslâm Pezdevî’nin eserlerini okumuştur. Fetvâ kitaplarından: “Hülâsatül-Fetâvâ”, “Fetâvâ-i Kâdîhân” ve “Hızânetül-Fetâvâ”yı okumuş, tetkîk etmiştir…

***

Bulunduğu yerde onun tasavvufa merâkını bilenler, ona, zamanın büyük velîsi, Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Bir gün Akşemseddîn, Ankara’ya giderek, Hâcı Bayrâm-ı Velî ile görüştü. Bu gidişinde henüz talebesi olmadı.

Akşemseddîn (rahimehullah), 840 (m.1436) senesinde meşhûr Velî Şeyh Zeynüddîn hazretlerine talebe olmak için Haleb’e gitti. Haleb’e vardığında bir rüyâ gördü. Rüyâsında, boynuna bir zincir takılmış ve kendisi zorla Ankara’da Hâcı Bayrâm’ın eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise, Hâcı Bayrâm-ı Velî’nin elinde idi.

Bu rüyâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anladı ve hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya gelip, Hâcı Bayram-ı Velî’nin dergâhına gidince, onun, talebeleriyle beraber tarlada olduğunu öğrendi. Hemen tarlaya gitti. Hâcı Bayrâm-ı Velî, onu görmesine rağmen, hiç iltifât etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarladaki yabânî otları temizledi. Yemek vakti gelince, yine Akşemseddîn’e kimse iltifât etmedi. Hâcı Bayrâm-ı Velî, hâzırlanan yemeği, orada bulunan talebelerine taksîm etti. Artakalan yemeği köpeklere verdi. Akşemseddîn, nefsine; “Sen buna lâyıksın” diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemek istedi. Hâcı Bayrâm-ı Velî, onun bu tevâzuuna dayanamayarak: “Köse, kalbimize girdin, gel yanıma” dedi ve ona iltifâtlar etti, kendi sofrasına oturttu.

Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar” diyerek onun rüyâsından haberdâr olduğunu belirtti. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfân meclisine verdi ve tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi. Kısa bir süre sonra Hâcı Bayrâm-ı Velî, ona icâzet (diploma) verdi.

Bu konuda şöyle bir şey anlatılır: “Bir gün Hâcı Bayrâm-ı Velî’ye; “Bazı talebelere kırk yıldır hilâfet vermediniz. Akşemseddîn’e ise kısa bir zaman zarfında hilâfet verdiniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular.

Hâcı Bayrâm-ı Velî de: “Bu, bir zeyrek kösedir. Her ne görüp duydu ise, hemen inandı. Sonra, hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur” dedi.

***

Akşemseddîn hazretleri, çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da vardı. Bu oğulları şunlardır: Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûrul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah.

Akşemseddîn’in (rahimehullah) halifeleri ise şunlardır: Muhammed Fazlullah, Harîzatüş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddin İskilibî ve İbrâhîm Tennûrî…

[Hepsine Allahü teâlâdan rahmetler diliyor; ayrıca âhiret’te onları bize şefâatçi yapmasını tazarru’ ve niyâz ediyoruz.]

One Minute İsrail

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 15 - 2010 Yorum Ekle

resim5One Minute İsrail… Hop hop…

 Bu ne cüret yahu…

İnsanlığa karşı suç işlemekten sabıkalı,

Yüzölçümü Türkiye’de ortalama büyüklükteki bir vilayet kadar olan İsrail,

Filistin topraklarında işgalini sürdürürken,

7 buçuk milyon nüfusu ile dünyaya kafa tutuyor.

Bu yetmiyor…

Bize ahlak dersi vermeye,

Ve posta koymaya kalkıyor…

Sözüm O’na demek istiyor ki,

Bu işler nüfusla, yüzölçümü ile olmuyor.

Param ve teknolojim varsa güçlü benim,

Bana muhtaçsınız,

Siz kimsiniz demek istiyor…

Biz de buna bir dakika,

Hop hop ağır ol kardeş derler…

Sakın sabrımızı taşırma İsrail…

Türk Devleti hiçbir devlete benzemez…

Misafirini nasıl karşılayacağını bilmiyorsan?

O tıfıl halinle sandalyelere çıkıp,

Boyunu uzatmaya kalkarak büyüdüğünü zannediyorsan…

Kendi bayrağını masaya koyarak,

Kimi nasıl hesaba çektiğinin…

Bir gün gelir hesabını sorarlar.

Misafire nasıl davranılacağını…

Büyüsen de nasıl küçüldüğünü…

Türk bayrağını nereye asacağını…

Dünya âleme gösterirler…

Sonra tez elden,

Özür mektubu yazmak zorunda kalırsın…

Hop hop İsrail…Hop hop…

Haddini bil…

Aklını başına topla…

Belki bir dahaki sefere

One Minute demeye vakit kalmaz.

 Haftaya görüşmek üzere…

http://www.medyabar.com/koseyazilari/1252/one-minute-israil8230-hop-hop.aspx

 http://www.sakaryahalk.com/default.aspx

http://www.akyazihaber.com/yazidetay.php?id=15

Mahmut Amca

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 10 - 2010 Yorum Ekle

Muammer ERKUL

muammererkulMahmut Amca

 

Cağaloğlu’ndaki binadayız. Yazı işlerine açılan odasındaki Mahmut Amca, telefonda; “innâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn” diyor ve sonra bana dönerek;

“Servisin şoförü İlyas Abiyi tanır mıydın, diyor. Vefat etmiş…”

“Tanımaz mıyım, Murat’ın babası…”

Murat Başaran yakın arkadaşım, o sıra asker. Mahmut Genç onca işine rağmen yazılarımızı gözden geçiriyor, yayın öncesi. İlyas Amca ise kalpten gidiveriyor. 1994’ün 15 Eylül günü “innâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn” cümlesini zihnime yazıyorum. Ne zaman birinin vefat ettiğini duysam okuyorum. Aklıma da hep Mahmut Amcamızın (İlyas Başaran’ın öldüğü günkü tonuyla) sesi geliyor…

*

7 Ocak 2010 Perşembe sabahı erken saatte yazımı gönderdim. Tuncay Şenyürek’in “aldım” demesini bekliyorum ki, yatacağım… Saat 09.30 sularında cevap geliyor ki altında bir de not var; Mahmut Amcanın vefat ettiğini bildiriyor!.. Duygusal çalkalanışımı tasvir edemem… Dudaklarımdan yine; “innâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn” dökülüyor.

*

O gün ikindide Eyüp Sultan’daydık. Oğlu Özcan Abi bile; “ne kadar çok seveni varmış” dedi… Parmak uçlarımı tabutuna dayayıp ancak birkaç adım yürüyebildim… Bu yazıyı ise, şu sözleri söylemek için yazıyorum: Giden birinin, nereye doğru gittiği belli oluyor be yahu!..

Maça gidenin stada doğru gittiğini; askere gidenin kışlaya doğru, plaja gidenin denize doğru, hacca gidenin Hicaz’a doğru gittiğini anlıyor insan, her şeyinden…

Allahü teala rahmet eylesin. Hepimizin başı sağ olsun…

Bu satırlar burada bitmez. Mahmut Amca hakkında yazılanları bizim sitede (adres yukarıda) toplayacağız inşallah. Sıcağı sıcağına, ikişer satır da olsa anlatın hatıralarınızı ki abiler, yarına kalanlar unutulmasın…

Çünkü bir Mahmut Genç daha kolay kolay gelmez!

Mekkei Mükerremenin Fethi

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 10 - 2010 Yorum Ekle

Ramazan Ayvallı

s119790583808_5224Mekke-i Mükerreme’nin Fethi

 Şüphe yok ki, 1 Ocak 630 târihinde “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi”, “İslâm Târihi”nin en önemli kilometre taşlarından biridir. Geçen hafta, yılbaşıyla ilgili yazılar yazdığımız için, bu konu bu haftaya kaldı.

Bilindiği üzere, Muhammed aleyhisselâma Peygamberlik verilip insanları şirkten, putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye da’vete başladığı günden i’tibâren müşrikler O’na karşı çıktılar. Mekkeli müşrikler; sevgili Peygamberimize de, diğer Müslümânlara da çok şiddetli düşmânlık gösterdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından, Müslümânların hicret etmelerine izin verildi. Sayıca az olan ilk Müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, mallarını-mülklerini bırakarak, Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicret etmişlerdir.

Ama sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir. Hicretin altıncı yılında Peygamber Efendimizle “Hudeybiye Antlaşması”nı imzâlayan Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devâmı için Müslümânlarca yapılan yeni teklîflere de uymadılar.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ve hâzırladığı İslâm ordusu, hicretin 8. yılında, 1 Ocak 630 târihinde, Medîne-i münevvere’den 10.000 kişilik bir ordu ile gelerek, harp etmeden ve kan dökmeden Mekke-i mükerreme’yi teslîm aldı. Düşmânlarına da; “Sizin hiçbirinizi, sorguya çekecek değilim. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” buyurdu.

Peygamberimizin, Mekkeli müşriklerle biri sulh, diğeri de harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti oldu. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakâret, işkence, bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmânlık, hicretin ikinci yılında harp şekline dönüştü.

Müslümânların Mekke’den Medîne’ye hicret etmesinden sonra da düşmânlıklarını devâm ettiren müşrikler, ordu hazırlayıp Medîne’de bulunan Müslümânlar üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek… gibi kanlı savaşlar yapıldı. Bu savaşlarda Müslümânlar karşısında tutunamayıp perişân oldular. Nihâyet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle sulh yapmayı kabûl ettiler ve “Hudeybiye Antlaşması”nı imzâladılar.

On yıl süre için imzâlanan bu antlaşmanın bir maddesine göre, Kureyş kabîlesi dışında kalan diğer Arap kabîleleri, Müslümânlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Bu antlaşma gereğince, Huzâa kabîlesi Peygamberimizin, Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabîle arasında eskiden beri süregelen bir düşmânlık vardı. Bahâneler arayarak hâdise çıkarmak isteniyordu.

Bir gün Mekkeli müşriklerin himâyesindeki Benî Bekr kabilesinden biri, şiir okuyarak Peygamber Efendimizi hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabilesinden bir genç, buna râzı olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi; fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup yardı ve susturdu. Benî Bekr kabilesi, bu hâdiseyi bahâne ederek Huzâa kabîlesi üzerine ânîden saldırdı. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda Benî Bekr kabîlesine yardımda bulundukları gibi, ayrıca kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte Huzâa kabîlesi üzerine saldırdılar ve yirmiüç kişiyi öldürdüler… Bu saldırıda, bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş müşrikleri, “Hudeybiye Antlaşması”nı bozdular.

Huzâa kabîlesi, durumu Peygamber Efendimize arz etmek üzere, kabîleden 40 kişilik bir hey’eti Medîne’ye gönderdiler. Peygamberimiz, Huzâa kabilesinden gelen hey’eti, kendilerine mutlakâ yardım edeceklerini va’d ederek, yurtlarına geri gönderdi.

Sevgili Peygamberimiz, bunun üzerine Mekkeli müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabîlesinden öldürülenlerin diyetini (kan bedelini) ödeyiniz veya Benî Bekr kabîlesini himâyeden vazgeçiniz. Bunlardan birini kabûl etmezseniz, ‘Hudeybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun netîcesi olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz” teklîfinde bulundu.

Mekkeli müşrikler bu teklîfleri kabûl etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece “Hudeybiye Antlaşması” resmen bozulmuş oldu. Antlaşmayı bozan Kureyş müşrikleri, kısa bir müddet sonra da antlaşmayı yenilemek istediler. Bu maksatla, o zaman henüz Müslümân olmamış olan Ebû Süfyân’ı Medîne’ye gönderdiler.

 Ebû Süfyân, Medîne’de kendi kızı ve Peygamberimizin zevcesi olan Ümmü Habîbe’ye ve Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine, sonra da Peygamberimize gidip, sulhu yenilemek istediklerini söylediyse de müsbet cevap alamadı. Ebû Süfyân, son olarak Hazret-i Alî ile görüştü. Alî (radıyallahü anh) ona; “Sen, Kureyş’in ileri gelenisin, çıkıp halk içinde antlaşmayı yeniliyorum” dersin, diyerek başından savdı.

Ebû Süfyân, Peygamberimizin mescidine girdi; “Ey insanlar! Ben her iki tarafı da himâyeme alıyor, sulhu yeniliyorum” dedi. Peygamberimiz; “Yâ Ebâ Süfyân! Sen bunu (kendi kendine) söylüyorsun, ben değil” buyurdu. Ebû Süfyân, bundan sonra Mekke’ye döndü…

 

Ebû Süfyân döndükten sonra, Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekr’le Hazret-i Ömer’i çağırdı. İstişâre yaptı ve harbe karâr verdi. Hâzırlığa başlanıp, ordu toplandı. Bütün hâzırlıklar gizli tutuldu. Ancak bu durum Medîne’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın vâsıtasıyla gönderilen mektupla Mekkelilere haber verilmek istendi. Bâzı sebeplerle girişilen bu teşebbüs, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil aleyhisselâmla, Peygamberimize haber gönderilerek bildirildi. Peygamberimiz, Hazret-i Ali ile Hazret-i Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved’i (radıyallahü anhüm) çağırıp; “Sür’atle gidiniz, Hâh denilen yere vardığınızda bir hâtûn bulursunuz. Onda bir mektup vardır. O mektûbu alıp bana getiriniz” buyurdu. Sür’atle gidip kadını buldular. Mektûbu istediklerinde kadın; “Benim yanımda mektup yok” diyerek gizlemek istedi. Hazret-i Ali kılıcını çekip; “Resûlullah asla yalan söylemez” deyince, kadın saç örgüsünün arasına sakladığı mektûbu çıkarıp verdi. Böylece haber verme teşebbüsü engellendi.

Sevgili Peygamberimiz, bütün hâzırlıkları tamâmladıktan sonra, on bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Medîne’den hareket, ramazânın ilk günlerinde idi. Bu sırada Hazret-i Abbâs da Medîne’ye hicret ediyordu. Yolda İslâm ordusu ile karşılaştı. Daha önce Müslümân olduğu hâlde, durumu müşriklerden gizleyerek Mekke’de kalmıştı…

Peygamberimiz, ordusuyla Mekke’ye yaklaşırken, yollar tamâmen tutulmuş olduğu için, Kureyş müşrikleri, üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi. Sevgili Peygamberimiz, savaş düzenine soktuğu ordusunda, kabîlelere bayrak ve sancaklar verdi. “Merru’z-Zahrân” denilen yere varınca karargâh kuruldu. Burada Peygamberimiz, gece vakti on bin ateş yakılmasını emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler, neye uğradıklarını anlayamayıp iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyan’ın yanına toplandılar.

Ebû Süfyân, yanına aldığı üç dört kişiyle durumu öğrenmek için İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru yürüdü. Karargâha yaklaştığı sırada, İslâm askerleri onu yakaladılar. Hazret-i Abbâs onu alıp Resûlullah’ın huzûruna götürdü. Peygamberimiz, Ebû Süfyân’ı affedip, amcası Abbâs’a; “Onu bu gece çadırına götür, sabâhleyin bana getir” buyurdu.

Sabâh olunca Resûlullah’ın huzûruna götürüldüğünde; “Ey Ebû Süfyân! Henüz, ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyân, Peygamberimize; “Anam-babam sana fedâ olsun. Bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun, ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur” dedi ve Kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslümân oldu.

Peygamberimiz, Ebû Süfyân’a (radıyallahü anh); “Kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye, Mescid-i Harâm’a ve kendi evine sığınırsa emîndir” buyurarak Mekke’li müşriklere bunu bildirmesini emretti. Ebû Süfyân, Mekke’ye dönmek üzere izin istediğinde, Peygamberimiz, amcası Hazret-i Abbâs’a; “Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun büyüklüğünü görsün” buyurdu.

Abbâs (radıyallahü anh); onu alıp ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabîle kabîle Ebû Süfyân’ın önünden geçiyor, “Allahü ekber” sadâları her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe, Abbâs (radıyallahü anh), ona tanıtıyordu. En son, Peygamberimizin bulunduğu birlik geçti. Bundan sonra Ebû Süfyân sür’atle Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca, kendisini heyecân ve endîşe ile bekleyen Kureyşlilere: “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir (sallallahü aleyhi ve sellem); karşısına çıkılmayacak bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Mescid-i harâma veya Ebû Süfyân’ın evine sığınır yâhûd kendi evine kapanırsa emîndir” dedi. [Bu konunun devâmını, başka makâlelerimizde ele alırız inşâallah.]


Copygiht © 2009 www.mehmetastan.com Mehmet TAŞTAN Kişisel Web Sayfası - Web Tasarım