04 October 2024, Cuma 14:41:09 İletişim Formu

Özal ve devlet adamlığı

Ekleyen zmtadmin On Nisan - 18 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

İsmail KAPAN

Çok bilinen o klasik cümle ile başlayalım: Her siyasetçi devlet adamı değildir… Peki devlet adamlığının özellikleri nedir? Bilgili, basiretli, cesaretli, kararlı, samimi, fedakâr, etkili; kısacası yüklendiği misyona uygun olarak, herkesten daha geniş vizyonlu ve bu vizyona paralel biçimde düşüncelerini hayata geçirmek için gerekli riskleri almaktan çekinmeyen kişidir devlet adamı… Vefatının 17. yıl dönümünde, dün merhum Turgut Özal’ın kabri başına binlerce kişiyi cezbeden şey, hiç şüphesiz onun devlet adamlığı özellikleri ve dolayısıyla halkın gönlünde taht kurmuş olması idi.

Özal’ın her biri devrim niteliğinde olan icraatını tek tek sayacak değiliz elbet! Amma velakin Türkiye’ye pek çok ilki yaşatan, pek çok yeniliği getiren; o güne kadar kimsenin telaffuz etmeye cesaret edemediği sözleri söyleyen kişi idi Rahmetli Özal…

Başbakan Erdoğan, dün bazı edebiyatçı ve yazarla yaptığı toplantıda şunları söyledi; “Elbette eksikler var, elbette ideale ulaşmış değiliz ama, artık dün konuşulamayanların serbestçe konuşulduğu, dün dokunulamayanların dokunulduğu, Türkiye’nin her meselesinin demokratik bir olgunluk içinde tartışılabildiği bir sürecin, devam eden bir sürecin içindeyiz…” dedi. Başbakan Özal’ın vefat yıl dönümüne işaret edince, birden Özal’lı günlere gitti aklım… Mesela: “Kürtçe konuşmak yasaktır…” kararnamesini çıkaran, 12 Eylül ihtilal yönetiminin başı olan Kenan Evren’in de hazır bulunduğu; kızının düğününde İbrahim Tatlıses’e, “Bir tane de Kürtçe söyle artık…” diyen Özal’dı! (Yanlış hatırlamıyorsam, Evren bunun üzerine salonu terk etmişti…)

1983’te Özal iktidara geldiğinde, ihtilal ortamı devam ediyordu ve kendisi başbakan olarak protokolün ancak 16. sırasında yer alıyordu… Ama o kısa zamanda inisiyatifi ele aldı ve çok geçmeden bütün tabulara tek tek dokunmaya başladı. Merhum Özal ‘Kürt meselesi’ için, “Federasyon dahil her şeyi konuşalım” (şüphesiz federasyonu kabul edecek veya ona geçit verecek değildi!) dediğinde; o güne dek hiçbir siyasi kişi, açıkça ‘Kürt meselesi’ni telaffuz etme cesaretini dahi gösterememişti.

Daha sonra Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz…” beyanında bulundu ancak, gerisini getiremedi. Şayet Özal’ın yirmi sene önce ortaya koyduğu vizyona uygun şekilde, bir politika sürdürülebilseydi, belki de binlerce vatandaşımız terörden hayatını kaybetmemiş olacaktı. Ne yazık ki kendi ifadesiyle, siyaseti bir “Rodeo oyunu” zanneden ve bu oyunda boğa veya at üzerinde en fazla süre kalmayı başarı addeden Sayın Demirel’den; böyle bir politik açılım beklemek beyhude idi.

Sayın Erdoğan’ın; “Statükoyu sürdürmek artık mümkün de değil, Türkiye’nin menfaatine de değil. Biz idareyi maslahat yapmayı, durumu idare etmeyi, suya sabuna dokunmadan iktidarda kalmayı bir politika olarak görmüyoruz…” sözü, Özal’ı anma gününde, bana çok ferahlık verdi. Allah Rahmet eylesin!..

Kıymetli nasihatler

Ekleyen zmtadmin On Mart - 25 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

 

M.SAİD ARVAS

Hulefai Raşidinin dördüncüsü, cennetle müjdelenen on kişiden bir tanesi, Sevgili Peygamberimiz aleyhisselamın damadı Hazret-i Ali radıyallahü anh, büyük bir suikasta uğramış ve ağır yaralı olarak hane-i saadetlerine nakledilmişti. Aldıkları o darbe neticesinde de şehadet mertebesine kavuştu… Şehit olmadan önce yavrularını topladı ve onlara nasihatlerde bulundu. Ancak bizler de bu nasihatlerden istifade etmeliyiz. Çünkü bunlar hepimiz için yapılan nasihatlerdir. “İlmin Kapısı” olan Hazret-i Ali’nin nasihatleri, nasihatlerin en güzelidir. İşte o altın nasihatler:

1. Yavrularım… Yalnız da kalsanız, insanlar arasında da bulunsanız daima Allah’tan korkunuz, takva üzerinde bulununuz. Çünkü Rabbiniz daima sizi görür ve yaptıklarınıza şahittir. Bir bedevi zat gelir, Peygamberimiz aleyhisselama ve sorar: “Ben çok günah işledim. Benim için tövbe olur mu? Tövbe edersem Rabbim kabul eder mi?” O da “Evet. Tövbe kapısı açık. Tövbenin şartları yerine getirilirse tüm günahlar af edilir” buyurdular. Adam bu müjdeyi aldıktan sonra tekrar sorar: “Bu günahları işlediğim zaman Rabbim beni görüyor muydu? Peygamberimiz de “Evet” diye cevap verir. O da, “Eyvahhhh!..” diye feryat eder ve ruhunu teslim eder.

2. Neşeli olduğunuz zamanda da, kızgın olduğunuz zamanda da söylediğiniz sözlere dikkat ediniz. Daima hak söz söyleyiniz. İnsan kızdığı zaman ne söylediğinin farkına varamaz. Şeytanın insana en çok musallat olduğu zaman, onun kızgın olduğu zamandır. Büyük şeytan yavrularına şöyle nasihatte bulunur: “İnsanlara günah işletebilmeniz için elinizde iki büyük silah vardır. Bunu iyi kullanırsanız aldatamayacağınız insan çok azdır. Birincisi nefsanî arzularını tahrik ettiğiniz, ikincisi onları öfkelendirdiğiniz zamandır.” Bu yüzden konuştuklarınıza çok dikkat ediniz!

3. Zengin de olsanız, fakir de olsanız, israftan sakınınız. İsraf haramdır. Bir gün Sad ibni Ebu Vakkas radıyallahü anh bir nehirde abdest alır. Suyu bol gördüğü için fazla kullanır. Gerçi kullandığı su tekrar nehre akıyordu, buna rağmen Peygamberimiz aleyhisselam ona ikazda bulundu: “Niçin suyu israf ediyorsun ya Ebu Vakkas?” Basit gördüğümüz şeylerde bile çoğu zaman israf edebiliyoruz.

4. Hüküm verdiğiniz zaman karşınızdaki dostunuz da düşmanınız da olsa adil davranınız. Taraf tutmayınız. Çünkü verdiğimiz hükümlerden hesaba çekileceğiz.

5. Yavrularım. Yorgun olduğunuzda da, zindeyken de ibadetlerinizi ihmal etmeyiniz. Vakit çok kıymetlidir. Vaktinizi değerlendiriniz. Hazret-i Osman radıyallahü anh buyuruyor: “Cenab-ı Hak, size bu hayatı ve dünyayı verdi ki onunla ahiretinizi kazanasınız diye. Yoksa dört elle sarılasınız diye değil.”

6. Her halükârda Cenab-ı Hak’tan gelene razı olunuz. Size huzur ve saadet de verse, sıkıntı ve hastalık da verse kaderinize rıza gösteriniz. Biz Rabbimizden razı olursak o da bizden razı olur. Biz onu unutursak o da bizi unutur.

7. Yavrularım… Sonu cennet olan bir hayatta şer yoktur. Sonu cennet olan bir hayatta kötülük olamaz. Sonu ateş olan bir hayatın da hiçbir kıymeti yoktur. Bütün nimetler, cennet nimetlerine nispeten hiçtir. Bütün belalar da cehennem azabına nispetle afiyettir. Yanmak çok zor bir şeydir. Dünyadaki yanmak bile insanı ne kadar sıkıntıya sokar, üzer. Halbuki birkaç dakika sürer. İnsan ölünce acıyı bir daha duymaz. Ama cehennemde yanmak öyle birkaç dakikayla, saatle veya günle bitmiyor. Hem sonra cehennem ateşiyle dünyadaki ateş mukayese edilemez.

8. Kendi ayıp ve kusurlarını gören, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmez. Kendi kusurlarını gidermeye çalışır. Cenab-ı Hak’ın ona verdiğine razı olan, üzüntü çekmez. “Rabbim benim kısmetimi bu kadar yaratmış, benim için bu daha hayırlıdır. O beni annemden daha çok seviyor” diyerek, teslimiyet içerisinde bulunur. Biz başkalarının ayıplarını örtersek, Rabbimiz de bizim ayıplarımızı örter. Başkalarının ayıplarını açıklayan da, aynı ayıpla hallenmeden ruhunu teslim etmez.

9. Yavrularım… Kim kibirlenirse alçalır, kim aklına güvenirse pişman olur. Çok konuşanın çok hatası olur. Bir evlada bırakılacak en güzel miras güzel ahlâktır. Güzel ahlâk sahibi olan kişi kıyamette Peygamberimiz aleyhisselama en yakın kişi olacak insandır…

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=437190

gunun_YAZISI1

Osman ÜNLÜ

Büyüklerin işledikleri günâhların tövbe ederek temizlenmesi gerektiği gibi, küçüklerin de, inkâr ve günah pisliğine bulaştırılarak kirletilmemesi lâzımdır…

Dünyada rahata, huzûra kavuşmak, âhirette de, sonsuz azâbdan kurtulup, ebedî ni’metlere kavuşmak, ancak takvâ ile yani harâmlardan, günâhlardan temizlenmekle nasîb olur. Bu dünyâda, bedensiz rûh olmadığı gibi, beden ibâdet yapmadan ve günâhlardan kaçınmadan da, kalb, temiz olmaz. Günâhlardan temizlenmedikçe, ibâdetlerin faydası olmaz ve hiçbirine sevâb verilmez. Kötülüklerin en kötüsü, küfür yani inkârdır. Îmânı olmayanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. Bütün iyiliklerin temeli, takvâ yani haramlardan, günahlardan kurtulmak, temizlenmektir.

Beş vakit namâz kılan, her gün beş kerre yıkanıp temizlenen kimse gibi, günâhlardan temizlenir. Her gün beş vakit namâzı doğru olarak kılana yüz şehît sevâbı verilir. Ankebût sûresinin 45. âyet-i kerimesinde meâlen;

(Kusûrsuz kılınan bir namâz, insanı pis, çirkin işleri işlemekten korur) buyuruldu.

Her günâhı yaptıktan sonra tövbe etmek farzdır. Her günâhın tövbesi kabûl olur. Peygamber efendimiz;

(Günâhlardan tövbe eden, günâhsız kimse gibidir) buyurmuştur.

TÖVBENİN KABUL OLMASI İÇİN…

İmâm-ı Gazâlî hazretleri;

“Şartlarına uygun yapılan tövbe, muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinden değil, tövbenin şartlarına uygun olmasında şüphe etmelidir” buyuruyor.

Tövbe edilmeyen herhangi bir günâhtan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde saklıdır. Yüz bin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak ret edebilir ve hiçbir şeyden çekinmez. Nûr sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen;

(Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz! Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz) buyurulmuştur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri;

“Kıymetli ömrümüz, günâh işlemekle, kusûr, kabâhat yapmakla, yanılmakla, faydasız, luzûmsuz konuşmakla geçip gidiyor. Bunun için; tövbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekten söyleşmemiz, vera ve takvâdan konuşmamız hoş olur” buyurmaktadır.

Büyüklerin işledikleri günâhların tövbe ederek temizlenmesi gerektiği gibi, küçüklerin de, inkâr ve günah pisliğine bulaştırılarak kirletilmemesi lâzımdır. Nitekim Peygamber efendimiz;

(Bütün çocuklar Müslümânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar) buyurmuşlardır.

Evlât, büyük ni’mettir ve ni’metin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bu sebeple, her Müslümânın birinci vazîfesi, evlâdına İslâmiyyeti ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmek olmalıdır. Çocuğun ilk mürşidi, rehberi anasıdır. Anasından din ve ahlâk ilimlerini öğrenen çocuk, dinsiz, kötü arkadaşlara ve din düşmanı yayınlara aldanmaz, ana, babası gibi, iyi bir Müslümân olur. Evlât, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçükken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir, yapmaya alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdette anaları, babaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her kötülüğün günâhı, ana babaya da verilir. Tahrîm sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen;

(Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!) buyurulmaktadır.

BÜTÜN FENALIKLARIN BAŞI!..

Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları, harâmları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenâlıkların başı, kötü arkadaştır.

Netice olarak büyükler, dünyâda iken, işledikleri günâhlardan tövbe ederek, kul hakları varsa bunlarla helâllaşarak temizlenmeli ve küçükler de, temiz kalblerini yanlış bilgiler, inanışlar ve günâhlarla doldurarak kirletilmemelidir. Çocukların temiz rûhları Müslümânlığa elverişlidir. Eğer Müslümânlığı öğrenmezlerse, din düşmanlarının yalanlarına aldanarak kirlenirler…

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=436797

Kul, neyi taleb ederse

Ekleyen zmtadmin On Mart - 1 - 2010 Yorum Ekle

 

gunun_YAZISI1

Kul, neyi taleb ederse…

 Osman ÜNLÜ

Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sîr, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabîat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanûnları denmektedir. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. Ateş yakar. Fakat, ateşe yakmak kuvvetini veren, Allahü teâlâdır. Aç olan, bir şey yer. Bu şeye doyurma kuvvetini veren Odur. Lâzım olduğu zamân, böyle sebepleri kullanmadığı için zarar gören kimse, Allaha âsî olur.

 

 

HER ŞEYİ SEBEPLE YARATIR…

İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydâna gelmektedir. Allahü teâlâ, çok şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Sebeplere yapışmak, sebeplerden beklemek, istemek, Onun âdetine uymak, Ondan beklemek ve istemek olur. Bulut vâsıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilâç içerek Allahü teâlâdan şifâ beklemek, top, bomba, füze kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek gibidir. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değildir. Bütün Peygamberler hep sebeplere yapışmışlardır. Allahü teâlânın yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeği yemek için fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, harp vâsıtaları yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duâyı kabûl etmesi için de, Peygamberin, evliyânın rûhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü radyo kutusundaki âletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müslümân, sebepleri kullanırken, sebeplere te’sîr gücü veren Allahü teâlâyı düşünür.

Bu dünyânın ve dünyâ işlerinin düzgün olması için, Allahü teâlâ, her şeyin yaratılmasını sebeplere bağlamıştır. Bir şeyin yaratılmasını isteyen kimse, o şeyin sebebini kullanır. Sebeplerin çoğu, düşünmekle, tecrübe ile, hesâpla bulunacak şeylerdir. Bir şeyin sebebi yapılınca, Allahü teâlâ, o şeyi, dilerse yaratır. Mu’cize ve kerâmet böyle değildir. Allahü teâlâ bunları sebepsiz olarak, hârika olarak yaratır. Sebebe yapışmak, Allahü teâlânın âdetine uymaktır. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:

(Allahtan korkun da, istediğiniz şeylere kavuşmak için, iyi sebeplere yapışın. Kötü sebeplere yanaşmayın! Kudretinde ve irâdesinde bulunduğum Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiçbir kimse, ezelde ayrılmış olan rızkını temâm almadıkça, dünyâdan âhirete gitmez.)

Netice olarak Allahü teâlâ, ezelde, kulları neyi ister, neyi taleb ederlerse, istedikleri şeye kavuşmaları için, onlara uygun şartlar hazırlamış, sebepler yaratmış ve takdir etmiştir. Bir kul, neyi taleb ederse, o talep ettiği şeye kavuşması için önüne uygun şartlar, sebepler koymuş ve bu sebeplere, şartlara yapışınca da, o isteğini, talebini yaratmıştır…

 

 

DÜNYA VE ÂHİRET SAADETİ İÇİN…

Bir zamanlar insanlar, Allahü teâlâdan Cenneti, cenâb-ı Hakkın rızâsını talep edince, onlara, kendi rızâsına, Cennete kavuşturacak, rehberler, âlimler ve evliyâ göndermiştir. Âlim ve evliyânın varlığı, insanların kurtulması için en iyi bir sebeptir. İnsanlar, Cenneti, cenâb-ı Hakkın rızâsını isteyince, Allahü teâlâ da onlara Cennete ve rızâsına kavuşturacak yolları açmıştır. Allahü teâlâ, âlim, evliyâ gönderir, insanlar da bunlara tâbi olursa, millet rahat eder. Bazı zamanlar da insanlar, Allâhü teâlâdan dünyalık talep etmişler ve böylece de onlar, ehli dünyâ olmuşlardır. Cenâb-ı Hak, kim neyi taleb ederse, onu vermekte, yaratmaktadır. Dünyâlık isteyene, dünyâlık yolları, âhireti isteyene de, âhiret yollarını yaratmakta, kolaylaştırmaktadır. Rabbimizin rızâsını kazanmayı, Onun dinine ve kullarına hizmet, iyilik etmeyi istediğimiz ve bu uğurda çalıştığımız müddetçe, hem dünyâda rahat eder, huzûrlu olur ve hem de âhirette ebedi saâdete kavuşuruz…

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?id=434857

Gel artık ey irtica

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 21 - 2010 Yorum Ekle

 

gunun_YAZISI1

Gel artık ey irtica!

Yavuz Bülent BAKİLER 

Cumhuriyetimiz 87 yaşında. Adın, cumhuriyetimizle birlikte dillerde. Gerçi Tanzimat devrinde de, Meşrutiyet devrinde de milletimizin korkulu rüyası olmuşsun ama en çok Cumhuriyet idaremizle birlikte palazlanıp büyümeye başlamışsın.

Anlıyorum ki dedemi seninle korkutmuşlar. Babam yanında yöresinde hep seni hissetmiş. 75 yıldan beri de hep benim arkamdasın. Yani 100 yıldan beri seninle yatıyor, seninle kalkıyoruz. Ama sen bir türlü gelmiyorsun. Gözlerimiz yollarda kaldı. Yollara korkuyla bakıyoruz. Yani yediden yetmişe biz senden korkuyoruz. Görüyorum ki, sen de bizden korktuğun için gelmiyorsun, gelemiyorsun. Neredeysen çık gel artık. Bizi bu kadar beklettiğin yeter artık. Dedemin ömrü, babamın ömrü, seni beklemekle geçti. Ben de kendimi bildim bileli seni duyuyor, seni bekliyor, seni arıyorum. Neredeysen çık gel artık. İstiyorum ki, benim çocuklarımın ve torunlarımın hayatında sen artık olmayasın. Yani onlar da, dedem gibi, babam gibi, benim gibi. “İrtica geldi! geliyor!” ikazlarıyla huzursuz olmasınlar. Ama sen hâlâ ortaya çıkmıyorsun. Sen ne korkak, sen ne rezil, sen ne soysuz-cibilliyetsiz bir heyulâsın ey irtica! Yıllardan beri bağırıp çağırmamıza rağmen bir türlü gelmiyorsun.

Cumhuriyetimiz 1923 yılında kuruldu. CHP cumhuriyetimizin tek partisiydi. Tek partili bir cumhuriyet olur mu? 1924 yılında, Millî Mücadelemizin önde gelen tertemiz isimlerinden Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Rauf Orbay… gibi vatansever paşalar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Böylece iktidar partisi CHP yanında bir de muhalefet partimiz oldu. Ama senin yüzünden o muhalefet partisini derhal kapattılar. Neden? Niçin? Oldu mu ya? diye soranlara; “İrtica geliyor. Milletimizi irticaya teslim edemeyiz!” dediler.

Aradan 6 yıl geçti. Devlet hayatımızda tek parti hayatı devam ediyordu. Ortalıkta irtica lâfı yoktu. Sen korkundan bir tarafa sinmiştin. Ama ortalıkta suistimal iddiaları vardı. Yolsuzluklar, başını almış gidiyordu. Atatürk yeni bir partinin kurulmasını istiyordu. Bu bakımdan en yakın arkadaşlarını bu yeni parti için vazifelendirdi.

Paris Büyükelçimiz Ali Fethi Okyar, yeni kurulacak partinin genel başkanı olacaktı. Ayrıca Atatürk çok yakın arkadaşlarını da, hatta kız kardeşi Makbule Atadan’ı yeni kurulacak partide Ali Fethi Beyin yanında yer almasını istedi. Parti 12 Ağustos 1930 tarihinde Serbest Cumhuriyet fırkası ismi altında kuruldu. Fakat o da ne? Halk Serbest Cumhuriyet fırkasına büyük ilgi gösterdi. Belediye seçimlerinde Serbest Fırka önemli miktarda oy aldı. Bazı gazeteler Mareşal Fevzi Çakmak’ın Cumhurbaşkanı olmasını yazdılar.

Ey rezil, ey namussuz, ey alçak irtica o zaman sen yeniden ortaya çıkmaya hazırlandın. Senin yüzünden Atatürk, bizzat kurdurduğu Serbest Fırkayı, “irtica hortluyor!” gerekçesiyle 17 Kasım 1930 tarihinde kapattı.

Gelsen, seni ben geberteceğim! Geberdiğini duysam 30 gün şükür orucu tutacağım.

MHP deki politik ve sosyolojik değişim

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 15 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

İsmail KAPAN

MHP’deki politik ve sosyolojik değişim…

            

Milliyetçi Hareket Partisinin yönetim katından, son zamanlarda, peş peşe çok sert ve sivri çıkışlar zuhur ediyor… Genel Başkan Bahçeli’nin üslubu, esasen Temmuz 2007 seçimlerinden bu tarafa, olağan dışı bir değişim gösteriyor. Özellikle son haftalarda bu sertliğin dozu hayli ürkütücü! Oysa daha önce, ülkücü gençliği sokak hareketlerinden ve her türlü kanun dışı eylemden alıkoymak için; sergilediği devlet adamlığı tavrı ve tam da yerinde aldığı liderlik inisiyatifi ile, Devlet Bahçeli toplumun her katmanından takdir toplamıştı.

Fakat ne olduysa, şu sıralarda bunun tam aksi bir görüntü veriyor Sayın Bahçeli!.. Hükümetin “açılım projesi”ni deklare etmesiyle birlikte, “Gerekirse dağa çıkarız…” türünden, son derece hayret verici bir beyanda bulundu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çeyrek asrı aşkın zamandır dağdaki silahlı teröristleri indirmek için didinirken; MHP Liderinin dağa çıkmaktan bahsetmesi, doğrusu izahı kabil olmayan bir durumdu.

Sayın Bahçeli’nin tuhaf çıkışları bununla da sınırlı kalmadı. Meclis’teki utanç verici kavgadan sonra, Bahçeli hem iktidar partisine ve hem de bazı medya organlarına karşı, şimdiye kadar pek görülmemiş bir üslupla yüklenmeyi sürdürdü. AK Partilileri, kendi sıralarına bir metreden fazla yaklaşmamaları konusunda açıkça tehdit etti. Meclis’teki kavgayı ele alış biçimleri yüzünden Çalık, Karamehmet, Ciner ve Doğuş Grubu medya organlarına da; (Bu yaptıklarınız ülkücü irade tarafından unutulmayacak…) biçiminde çok net bir gözdağı verdi.

Aynı şekilde yaptıkları haberlerden ötürü, Vakit ve Taraf gazeteleri, MHP lideri tarafından doğrudan hedef alınarak tehdit edildi…

Bütün bu gelişmelere paralel olarak, MHP hakkında da medyada çok sayıda yorum yer aldı. Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan, Yasin Doğan mahlasıyla Yeni Şafak’ta (11 Şubat) yazdığı makalesinde, MHP’de faşizan eğilimlerin öne çıkmasından bahsetti. Aynı şekilde, Ahmet Altan Taraf’ta MHP hakkında iki tane çok sert yazı yazdı. Taha Akyol da (Milliyet-11 Şubat), eski bir mensubu olarak, MHP’nin bugünkü konumu ve Devlet Bahçeli’nin üslubu konusunda uyarılarda bulundu.

Fakat bana göre, son zamanlarda siyaset sosyolojisi açısından; MHP hakkındaki en dikkat çekici analizi Prof. İhsan Dağı (Zaman-11 Şubat) yaptı…

Kimi kanaatlerin aksine, “Osman Durmuş MHP’nin yeni kimliğini, toplumsal tabanını ve siyasetini gayet iyi temsil ediyor” diyen Dağı; MHP’nin hem tavanda hem tabanda geçirdiği dönüşüme dikkat çekiyor ve Partinin “… emekli valiler, emniyet müdürleri, paşalar, Oktay Vural ve Mehmet Şandır…” gibi kişilerle temsil edildiğini belirtiyor ve MHP’ye, “Mukaddesatçı-milliyetçi” bir temsilden ziyade, devletçi bir refleksin egemen olduğunu ifade ediyor. Şöyle devam ediyor:

“Oysa … 27 Mayıs darbesinde oynadığı rolüne rağmen, Türkeş zamanında MHP’nin temsil ettiği kitleler, Cumhuriyetin elitini değil, yönetimden dışlanmış yoksul ve muhafazakâr Anadolu’yu temsil ediyordu…”

“…Mukaddesatçıların kopuşu MHP’yi sekülerleştirdi. Sekülerleşen ve dindarlarla arası açılan MHP’ye kentli, eğitimli ve laikçi ulusalcılar ilgi göstermeye başladı…” diye analizini sürdüren İhsan Dağı, şu sonuca varıyor: Bugünkü haliyle “MHP artık ulusalcı, laik ve Akdenizli bir hareket.”

Özetlersek, MHP’de büyük bir değişimin yaşandığı inkâr edilemez…

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=433494

Dört duvar

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 7 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

Mehmet SOYSAL

Dört duvar…

İş adamı dostum Lütfü Türkkan taa Maldivler’den göndermiş bir şairin mal beyanını…

Mal beyanını şöyle bildiriyor şair Can Yücel;

“Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen. Gökyüzünde bir bulut. Bitlis’te beş minare… Palandöken’de bir palan iki döken… Dünyada mekan, ahirette iman… Denizde kum… Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht… Çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı… Bir adet ağaç gölgesi… Üç kuş kanadı sesi… Bir marmara denizi…Anne babadan kalma, yarısı yaşanmış bir ömür…”

Evet, denizlerin sahibi de olsan bırakıp gidiyorsun bir gün…

*

İnsan, eski bir tarih kitabını okuyunca hayatın dört duvardan ibaret bir yalan olduğunu daha iyi anlıyordu…

Dünya uğruna amansız savaşları kazanarak her şeye sahip olduklarını düşünen ama bir anda ölen nice kral, vicdan muhasebesini yapamadan dünyayı terk etmişlerdi…

İnsan, biraz düşündüğünde dört duvardan ibaret bir hayatta oyalandığını anlıyor…

Beşik dört duvar…

Ana rahmi dört duvar…

Kuvözler dört duvar…

Hastane odaları dört duvar…

Evler dört duvar…

Okullar dört duvar…

İş yerleri dört duvar…

Mekanlar dört duvar…

İnsanların yüreği dört duvar…

Zindanlar dört duvar…

Saraylar, yalılar, dört duvar…

Arabalar, gemiler dört duvardı…

*

Bu kadar dört duvar arasında yaşayan ve hayatı tüketen dünya mahkumları öldüğünde tabut dört duvar, kabir dört duvar…

Dört duvar arasında başlayan hayat, dört duvar arasında bir gün bitiyordu işte…

Oysa, dünya yuvarlaktı…

Goethe demiş ki;

“Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini yiyor!”

Dört duvara sahip olmak için bu kadar kötü olmaya değer miydi? sorusunu herkesin bir daha kendine sorması gerekiyordu…

Dört duvar arasında olsa da hayat, ne için yaşadığını bilmek büyük meseleydi… Yoksa şairin mal beyanındaki gibi bıraktıklarımız değil, götürdüklerimiz kabirde bizleri kurtaracaktı…

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?id=432776

Akıl nimeti

Ekleyen zmtadmin On Şubat - 4 - 2010 Yorum Ekle

gunun_YAZISI1

M.SAİD ARVAS

Akıl nimeti…

 

Akıl, büyük nimettir ancak, tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Aklımızın ermediği şeyler pek çoktur…

 

Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Nasıl sayabiliriz ki; kavuştuğumuz, fakat bilmediğimiz nimetler, bildiklerimizden daha çoktur…

Bu nimetlerin büyüklerinden olan akıl nimeti, büyük önem taşır. Fakat o da tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Belli bir ağırlığı ancak kaldırabiliriz, daha ağır şeyler var ama, gücümüz yetmez.

Gözümüzle belli bir mesafeyi görebiliriz, kulaklarımız belli bir mesafeden sesi duyabilir. Burnumuz gene öyle… Aklımızın da ermediği şeyler vardır ve çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için, bizlere acıdı ve en büyük nimet olarak bizlere peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi…

 

ONLAR BİLDİRMESEYDİ!..

Aklımıza kalsaydı; iyi ile kötüyü, hayır ile şerri nasıl ayırt edebilecektik, gözlerimizle göremediklerimizi nasıl tanıyacaktık? Mesela: İmanın şartlarından biri olan meleklere imanı, nasıl elde edebilecektik? Rabbimizi ve O’nun sıfatlarını, kıyamet gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi onlar bildirmese idi, aklımızla ne zaman kavrayabilecektik?..

Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazla, bunlardan üç yüz on üçü resuldür. Hepsi imanın altı şartını (yani Amentü’yü) kavimlerine bildirdiler, bunlara iman etmeye onları davet ettiler. Bunun içindir ki; bu peygamberlerin birini inkâr, hepsini inkâr demektir.

Nuh aleyhisselam asırlarca kavmini imana davet etti. Bu uzun sürede yalnızca 80 civarında kişinin imanla şereflendiği rivayet olunmaktadır. Dokuz yüz elli yıl onlara mühlet verilmesi, yüce Rabbimizin en büyük ihsanıdır. Kullarına azap vermek istemiyor, ebedi saadete kavuşmalarını arzuluyor. Yoksa onlara bu kadar uzun süre tanınmazdı…

Nuh aleyhisselama peki diyenler, iman edenler, gemiye bindiler, boğulmaktan kurtuldular hem de Cennetlik oldular. İnatlarında ve küfürlerinde ısrar edenlerin ise hem dünyaları, hem de ahiretleri mahvoldu.

Kur’an-ı kerim, Nuh aleyhisselamın kavminin halini beyan buyururken; “Nuh kavmi peygamberleri yalanladı” ifadesi kullanılmaktadır. Halbuki o kavme Nuh aleyhisselamdan başka peygamber gönderilmemişti, yalnız onu inkâr etmişlerdi. Fakat onu inkâr bütün peygamberleri inkâr demekti…

Ad kavmi Hud aleyhisselamı, Semud kavmi Salih aleyhisselamı, Lut kavmi Lut aleyhisselamı inkâr ettiler. Bunlar için de ayrı ayrı “peygamberleri inkâr ettiler” ifadesi Kur’an-ı kerimde geçer.

Bütün peygamberlerin aralarında ayrılık olmaksızın bildirdikleri hususlar şunlardır:

1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman etmek, O’ndan başkasına tapmamak, insanların kendi elleriyle şekillendirip meydana getirdikleri ve kendisine dahi faydası olmayan taşlardan, ağaçlardan medet ummamak, onlardan bir şey beklememek.

2- Rabbimizin emirlerini, neleri yapmamızı, neleri yapmamamızı bildirdiler. Nasıl hareket edersek Cennete veya Cehenneme gireceğimizi öğrettiler. Onlar bildirmeseydi, biz kendi aklımızla bunları nasıl tespit edebilirdik?

3- Yaratılış gayesini onlardan öğrendik. Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış, bize hizmet etmektedirler. Bizi de O’nu tanıyıp O’na ibadet etmemiz için yarattığını bildirdiler.

4- Yaşamakta olduğumuz bu dünya hayatının geçici olduğunu, bir imtihan salonu olduğunu öğrendik. Gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu, o hayatın dünyadaki gibi kısa olmadığını, ebedi olduğunu ve yaptıklarımızdan hesap vereceğimizi, karşılığını göreceğimizi yine o mübarek zatlardan öğrendik.

 

EN GÜZEL ÖRNEK!..

Peygamberlerin insanlardan seçilmesi de ayrıca bir lütuftur. Meleklerden seçilseydi onları nasıl örnek alacaktık, onlar gibi nasıl hareket edebilecektik?

Onlar yemezler, içmezler, evlenmezler, uyumazlar. İnsanlarla mukayese edilemezler. Bizim gibi insanlardan olmaları onların hayatını öğrenip, onlar gibi davranmamızı mümkün kılmaktadır.

En güzel örnek, peygamberler içinde hayatı tespit edilen yegane peygamber Sevgili Peygamberimizdir (aleyhisselam).

O’nun sünnet-i seniyyesini öğrenip tatbik edebilene iki cihanda da saadet kapıları açılır…

 http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=432453


Copygiht © 2009 www.mehmetastan.com Mehmet TAŞTAN Kişisel Web Sayfası - Web Tasarım