09 Mayıs 2024, Perşembe 19:07:28 İletişim Formu

Mekkei Mükerremenin Fethi

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 10 - 2010 Yorum Ekle

Ramazan Ayvallı

s119790583808_5224Mekke-i Mükerreme’nin Fethi

 Şüphe yok ki, 1 Ocak 630 târihinde “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi”, “İslâm Târihi”nin en önemli kilometre taşlarından biridir. Geçen hafta, yılbaşıyla ilgili yazılar yazdığımız için, bu konu bu haftaya kaldı.

Bilindiği üzere, Muhammed aleyhisselâma Peygamberlik verilip insanları şirkten, putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye da’vete başladığı günden i’tibâren müşrikler O’na karşı çıktılar. Mekkeli müşrikler; sevgili Peygamberimize de, diğer Müslümânlara da çok şiddetli düşmânlık gösterdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından, Müslümânların hicret etmelerine izin verildi. Sayıca az olan ilk Müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, mallarını-mülklerini bırakarak, Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicret etmişlerdir.

Ama sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir. Hicretin altıncı yılında Peygamber Efendimizle “Hudeybiye Antlaşması”nı imzâlayan Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devâmı için Müslümânlarca yapılan yeni teklîflere de uymadılar.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ve hâzırladığı İslâm ordusu, hicretin 8. yılında, 1 Ocak 630 târihinde, Medîne-i münevvere’den 10.000 kişilik bir ordu ile gelerek, harp etmeden ve kan dökmeden Mekke-i mükerreme’yi teslîm aldı. Düşmânlarına da; “Sizin hiçbirinizi, sorguya çekecek değilim. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” buyurdu.

Peygamberimizin, Mekkeli müşriklerle biri sulh, diğeri de harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti oldu. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakâret, işkence, bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmânlık, hicretin ikinci yılında harp şekline dönüştü.

Müslümânların Mekke’den Medîne’ye hicret etmesinden sonra da düşmânlıklarını devâm ettiren müşrikler, ordu hazırlayıp Medîne’de bulunan Müslümânlar üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek… gibi kanlı savaşlar yapıldı. Bu savaşlarda Müslümânlar karşısında tutunamayıp perişân oldular. Nihâyet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle sulh yapmayı kabûl ettiler ve “Hudeybiye Antlaşması”nı imzâladılar.

On yıl süre için imzâlanan bu antlaşmanın bir maddesine göre, Kureyş kabîlesi dışında kalan diğer Arap kabîleleri, Müslümânlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Bu antlaşma gereğince, Huzâa kabîlesi Peygamberimizin, Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabîle arasında eskiden beri süregelen bir düşmânlık vardı. Bahâneler arayarak hâdise çıkarmak isteniyordu.

Bir gün Mekkeli müşriklerin himâyesindeki Benî Bekr kabilesinden biri, şiir okuyarak Peygamber Efendimizi hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabilesinden bir genç, buna râzı olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi; fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup yardı ve susturdu. Benî Bekr kabilesi, bu hâdiseyi bahâne ederek Huzâa kabîlesi üzerine ânîden saldırdı. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda Benî Bekr kabîlesine yardımda bulundukları gibi, ayrıca kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte Huzâa kabîlesi üzerine saldırdılar ve yirmiüç kişiyi öldürdüler… Bu saldırıda, bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş müşrikleri, “Hudeybiye Antlaşması”nı bozdular.

Huzâa kabîlesi, durumu Peygamber Efendimize arz etmek üzere, kabîleden 40 kişilik bir hey’eti Medîne’ye gönderdiler. Peygamberimiz, Huzâa kabilesinden gelen hey’eti, kendilerine mutlakâ yardım edeceklerini va’d ederek, yurtlarına geri gönderdi.

Sevgili Peygamberimiz, bunun üzerine Mekkeli müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabîlesinden öldürülenlerin diyetini (kan bedelini) ödeyiniz veya Benî Bekr kabîlesini himâyeden vazgeçiniz. Bunlardan birini kabûl etmezseniz, ‘Hudeybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun netîcesi olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz” teklîfinde bulundu.

Mekkeli müşrikler bu teklîfleri kabûl etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece “Hudeybiye Antlaşması” resmen bozulmuş oldu. Antlaşmayı bozan Kureyş müşrikleri, kısa bir müddet sonra da antlaşmayı yenilemek istediler. Bu maksatla, o zaman henüz Müslümân olmamış olan Ebû Süfyân’ı Medîne’ye gönderdiler.

 Ebû Süfyân, Medîne’de kendi kızı ve Peygamberimizin zevcesi olan Ümmü Habîbe’ye ve Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine, sonra da Peygamberimize gidip, sulhu yenilemek istediklerini söylediyse de müsbet cevap alamadı. Ebû Süfyân, son olarak Hazret-i Alî ile görüştü. Alî (radıyallahü anh) ona; “Sen, Kureyş’in ileri gelenisin, çıkıp halk içinde antlaşmayı yeniliyorum” dersin, diyerek başından savdı.

Ebû Süfyân, Peygamberimizin mescidine girdi; “Ey insanlar! Ben her iki tarafı da himâyeme alıyor, sulhu yeniliyorum” dedi. Peygamberimiz; “Yâ Ebâ Süfyân! Sen bunu (kendi kendine) söylüyorsun, ben değil” buyurdu. Ebû Süfyân, bundan sonra Mekke’ye döndü…

 

Ebû Süfyân döndükten sonra, Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekr’le Hazret-i Ömer’i çağırdı. İstişâre yaptı ve harbe karâr verdi. Hâzırlığa başlanıp, ordu toplandı. Bütün hâzırlıklar gizli tutuldu. Ancak bu durum Medîne’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın vâsıtasıyla gönderilen mektupla Mekkelilere haber verilmek istendi. Bâzı sebeplerle girişilen bu teşebbüs, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil aleyhisselâmla, Peygamberimize haber gönderilerek bildirildi. Peygamberimiz, Hazret-i Ali ile Hazret-i Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved’i (radıyallahü anhüm) çağırıp; “Sür’atle gidiniz, Hâh denilen yere vardığınızda bir hâtûn bulursunuz. Onda bir mektup vardır. O mektûbu alıp bana getiriniz” buyurdu. Sür’atle gidip kadını buldular. Mektûbu istediklerinde kadın; “Benim yanımda mektup yok” diyerek gizlemek istedi. Hazret-i Ali kılıcını çekip; “Resûlullah asla yalan söylemez” deyince, kadın saç örgüsünün arasına sakladığı mektûbu çıkarıp verdi. Böylece haber verme teşebbüsü engellendi.

Sevgili Peygamberimiz, bütün hâzırlıkları tamâmladıktan sonra, on bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Medîne’den hareket, ramazânın ilk günlerinde idi. Bu sırada Hazret-i Abbâs da Medîne’ye hicret ediyordu. Yolda İslâm ordusu ile karşılaştı. Daha önce Müslümân olduğu hâlde, durumu müşriklerden gizleyerek Mekke’de kalmıştı…

Peygamberimiz, ordusuyla Mekke’ye yaklaşırken, yollar tamâmen tutulmuş olduğu için, Kureyş müşrikleri, üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi. Sevgili Peygamberimiz, savaş düzenine soktuğu ordusunda, kabîlelere bayrak ve sancaklar verdi. “Merru’z-Zahrân” denilen yere varınca karargâh kuruldu. Burada Peygamberimiz, gece vakti on bin ateş yakılmasını emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler, neye uğradıklarını anlayamayıp iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyan’ın yanına toplandılar.

Ebû Süfyân, yanına aldığı üç dört kişiyle durumu öğrenmek için İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru yürüdü. Karargâha yaklaştığı sırada, İslâm askerleri onu yakaladılar. Hazret-i Abbâs onu alıp Resûlullah’ın huzûruna götürdü. Peygamberimiz, Ebû Süfyân’ı affedip, amcası Abbâs’a; “Onu bu gece çadırına götür, sabâhleyin bana getir” buyurdu.

Sabâh olunca Resûlullah’ın huzûruna götürüldüğünde; “Ey Ebû Süfyân! Henüz, ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyân, Peygamberimize; “Anam-babam sana fedâ olsun. Bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun, ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur” dedi ve Kelime-i şehâdeti söyleyerek Müslümân oldu.

Peygamberimiz, Ebû Süfyân’a (radıyallahü anh); “Kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye, Mescid-i Harâm’a ve kendi evine sığınırsa emîndir” buyurarak Mekke’li müşriklere bunu bildirmesini emretti. Ebû Süfyân, Mekke’ye dönmek üzere izin istediğinde, Peygamberimiz, amcası Hazret-i Abbâs’a; “Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun büyüklüğünü görsün” buyurdu.

Abbâs (radıyallahü anh); onu alıp ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabîle kabîle Ebû Süfyân’ın önünden geçiyor, “Allahü ekber” sadâları her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe, Abbâs (radıyallahü anh), ona tanıtıyordu. En son, Peygamberimizin bulunduğu birlik geçti. Bundan sonra Ebû Süfyân sür’atle Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca, kendisini heyecân ve endîşe ile bekleyen Kureyşlilere: “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir (sallallahü aleyhi ve sellem); karşısına çıkılmayacak bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Mescid-i harâma veya Ebû Süfyân’ın evine sığınır yâhûd kendi evine kapanırsa emîndir” dedi. [Bu konunun devâmını, başka makâlelerimizde ele alırız inşâallah.]

Bir mîlâdî yılbaşı daha geçti…

Ekleyen zmtadmin On Ocak - 2 - 2010 Yorum Ekle

s119790583808_5224

Ramazan AYVALLI

Evvelki gün [ya’nî 31 Aralık Perşembe günü], mîlâdî 2009 senesinin son günü idi; dün ise [ya’nî 1 Ocak 2010 Cuma günü], yeni bir mîlâdî seneye daha girdik. Böylece, koskoca bir seneyi daha geride bıraktık. Bir mîlâdî yılı tamâmlamakla, -eğer boşa geçirilmişse- ömrümüzden uzun bir zaman dilimini [yanî tâm 8.760 sâati] kaybetmiş olmaktayız.
[Bu vesîleyle ayrıca belirtelim ki, 17 Aralık 2009 Perşembe günü de, Hicrî-kamerî takvîme göre, 1 Muharrem 1431 idi; ya’nî o gün yeni bir Hicrî-kamerî seneyi de idrâkle şereflenmiştik, bugün ise 17 Muharrem’e geldik.]
Ömür bize bir emânettir. Zamânın önemini belirtmek için Atalarımız “Vakit nakittir” demişlerdir. Her şeyi zamân sâyesinde kazanabiliriz. Ama geçen zamânı geri getirmeye, hiçbir kimsenin gücü yetmez. Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamanı iyi kullanmaya bağlıdır.
İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır.“ O sahâbî, “Hangi insanlar şerlidir [daha kötüdür]?” diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, “Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan“ [Tirmizî] buyurmuştur.

HAZRET-İ ÎS’NIN DOĞUM GÜNÜ
Hazret-i Îsâ’nın doğum günü olduğu zannedilen 25 Aralıkta kutlanan Hıristiyân yortusu(bayramı)na “Noel (Christmas)” denilir. “Noel Baba” yortusu, daha ziyâde, mîlâdî senenin Aralık ayının 24. gününün gecesi kabûl edilmiştir. Bununla berâber 24 Aralık ile 6 Ocak arasında olduğunu kabûl eden Hıristiyânlar da vardır. Ermeni kiliseleri hiçbir zaman Noel’i kabûl etmeyip, Hazret-i Îsâ’nın doğumunu hep 6 Ocakta kutlamayı sürdürmüşlerdir.
Roma İmparatoru Büyük Konstantin, putperestken, mîlâdın 313. senesinde Hıristiyanlığı kabûl etti. Putperestlikten birçok şeyleri de Hıristiyânlığa soktu; 25 Aralığı da yılbaşı kabûl etti. Sonunda Hıristiyânlar her sene bu geceyi “Mîlâd” ve “Noel” olarak kutlamaya başladılar.
Mîlâdî sene, Müslümânların senesi olan hicrî sene gibi doğru ve kat’î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Çeşitli dillerdeki kitaplarda, bugünkü mîlâdî senenin beş sene fazla olduğu yazılıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bildirdiğine göre ise, üçyüz küsûr sene noksândır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zamân, bin seneden az değildir.
Îsâ aleyhisselâmın doğum günü, net bir şekilde belli olmayınca, noelin mânâsı da efsâneden öteye gidememektedir. Nitekim [21 Aralık 1993 tarihli Milliyet ve 24 Aralık 1993 tarihli Türkiye gazetelerinde], bu konuda, İngiliz Durkan Başpiskoposu Dr. David Jenkis’in bir beyânâtı çıktı. Bu beyânâtta, “Noel Baba” bayramının (yortusunun) bir safsata ve efsâne olduğu, yine İncîl’de geçen Noel’le ilgili sözlerin de birer peri masalı ve efsâne olduğu açıklandı.
ABD’de yayınlanan 17 Aralık 1996 tarihli haftalık “Newsweek” dergisi de bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
“Noel baba bir hurâfeden ibârettir; gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Ticârî maksatlarla sonradan uydurulmuştur. Hediyelik eşyâ sektörüne milyonlarca dolar kazandıran Noel baba, kapitalizmin oyuncağı olmuştur. Tarihçi Stephan Nissenbaun, “The battle for Christmas: Yılbaşı ile Mücâdele” kitâbında, Hıristiyânlığın temelinde yılbaşı kutlamalarının ve Noel Babanın bulunmadığını, bunun yasaklanmasının gerekli olduğunu bildirmektedir.”
New York Üniversitesinde târih profesörü olan Waelangi Ferguson ise diyor ki: “Hıristiyanların yortuları, putperest yortularıyla aynı târihlere rastlamaktadır. Meselâ Noel târihi, İrân ve Roma’da güneş tanrısı Mitharas’ın doğum târihiydi. Ayrıca bu târih, çok eskiden beri putperest dünyâsında önemli bir yortu günüydü.”
Konstantin, maalesef Eflatûn’un ortaya koyduğu “Teslîs=Trinite” yani üç tanrı inancını, papazlara yazdırdığı yeni İncîle koydurdu ve Noel gecesini bayram ilân etti. Böylece âdetâ yeni bir Hıristiyânlık dîni doğmuş oldu. Hâlbuki Îsâ aleyhisselâmın İncîl’inde ve Havârîlerinden Barnabas’ın yazdığı İncîlde, Allah’ın bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olarak geleceği bildirilmişti… 

 

 


Copygiht © 2009 www.mehmetastan.com Mehmet TAŞTAN Kişisel Web Sayfası - Web Tasarım